Murat Menteş’le 'Felsefe el ense'
Felsefeyi vasat aklın hakemliğine soyundurma ve metafizik bir anahtar olarak kavrama çabası zorbaca, bayağı bir tanıma hapsedip yığın için “kullanışlı” hâle getirme merakı tehlikeli ve “yaşamın derin anlamının sözcüsü” ya da yaşam için bir kılavuz olarak görme gayreti ise nafiledir.
Hamza Celâleddin/hamzacelalettin@gmail.com
Evvelâ beni bu yazı için motive eden “Müellifin Mülâhazası”ndan bahis açmak isterim: Geçtiğimiz günlerde, coğrafyamızın pek değerli kalemlerinden “Zahir Mahâret” Murat Menteş’in, felsefe disiplini hakkındaki “Erişkin Girişken” dipnotlarını işitme ve bunun üzerine “Teferru Tefekkür” şansını yakaladım. Şöyle buyurdu kendisi, "Temkinli Temrin" ile: "Felsefe bir yaşam tarzı önermekten, yaşam projesi sunmaktan uzaklaştı. Bana sorarsanız felsefenin bu yükünü roman omuzladı!" "Üretken Cüretkâr"lıkla buyurmaya şöyle devam etti sevgili Menteş: "Felsefe dediğimiz şey, basitçe tanımlarsak, insanın kendi zihniyle düşünmesidir. Bu kadar basit." Hemen söylemek gerekse, −bizim de üzerinde yaşadığımız gibi− “Herkesin Her Şeye Dair Otorite” olduğu coğrafyalarda; bir muslukçunun perde dikimine, bir mensucâtçının çimento karmaya, bir marangozun doğru beslenmeye ya da bir politikacının yatak odası mimarîsine dair ahkâm kesmesi ve söylediği şeyi o işin “doğal öz”üymüşçesine nakletmesi tuhafsanmayacak bir şeydir – ki bazı şeyleri tuhafsamanın hapis cezası bile vardır, bazı coğrafyalarda. Lâkin yine de (yani tuhafsamamakla birlikte), yukarıda alıntıladığım düşünce yordamıyla, felsefenin “yaşam tarzı önermek” ya da “yaşam projesi sunmak” (ki bunun ne anlama geldiğini inanınız bilmiyorum, belki bir konut reklamından alıntıdır) gibi ödevlerinin olduğunu varsaymak ve bu varsayımlardan felsefenin “doğal öz”üymüşçesine bahis açmak; belki daha da fenası, “felsefe dediğimiz şey” gibi cüretkâr bir girizgâhla felsefeye dair bir tanım yaptığını zannederken azı çoğu iki yüz yıllık bir felsefî geleneğin mottosunu tekrarlamak (ve “basit”in muâzzamlığını bu tekrara özür kılma kurnazlığına kaçmak), pekâlâ incelikli bir itirazı hak ediyor.
Lütfediniz, şuradan başlayalım: “Felsefe nedir?” sorusu (Gilles Deleuze ve Félix Guattari bu soruyu sorduklarında altmışlı yaşlarındaydılar ve bu sorunun ancak yaşlılık ânında, soracak başka bir şey kalmadığında sorulacağına inanmışlardı) yanıtlanmayı dileyen ve yanıtlanmaya muhtaç bir soru olmamakla birlikte, felsefenin kendisine yönelmiş dahi değildir. Bu soruya verilmiş ya da verilecek herhangi bir cevabın felsefenin tabiatına ilişkin söylediği şey, kafese hapsedilmiş bir aslanın gözlemlenen hareketlerinin, onun tabiatına ilişkin söylediği şey kadardır – yani neredeyse hiçbir şey! Kaldı ki; “Felsefe, …’dır” formunda kurgulanan bir tanım, “basit” olamayacak kadar “zorba”, hakikate ilişkin olamayacak kadar “incelik yoksunu”dur. Zirâ örneğin, “…”yı zihinsel/rasyonel bir atıf dolduruyorsa (ki klâsik refleks budur, Horatius’tan miras dize “Sapere Aude!” –Bilmeye cüret et!− genel bir felsefî ilke olarak bellenir lâkin Immanuel Kant burada “Felsefe, ….’dır”ın değil “Aydınlanma, …’dır”ın peşindedir), felsefedeki “istenç” teması gaspa uğratılmıştır. Bununla beraber, felsefe için bir sınır belirlemekte diretilecekse eğer –ki doğrudur; bir şeyi bilmek, o şeyin sınırlarını bilmektir−, doğru soru şu olmalıdır: Felsefe neye dairdir? Buradaki en kolaycı ve en yersiz cevap ise şudur: Yaşama dair…
İkinci mesele de buradan doğar zaten – tekinsiz bir yaşamı tekin kılmak için felsefeden medet ummak. Felsefenin, insan yaşamına kılavuzluk etmek, ne yapacağını bilemez olana ne yapacağını bildirmek, “şöyle şöyle yaparsan mutluluğa ulaşacaksın” türünden metafizik bir anahtar temin etmek, insansoyuna yaşamın derin anlamını bahşetmek ve (haydi hep birlikte söyleyelim) “yaşam projesi sunmak” gibi ödevlerinin olduğu yönünde tehlikeli bir kanaat −nasıl olduysa− oluşmuştur. Antik Grek’ten başlayarak bugüne değin, hiçbir filozofun böylesi “Yüce” bir ereğin peşinde heba olduğu vâki değildir – Immanuel Kant dâhil. Yaşama kılavuzluk etme işi, en eski çağlardan beri inanç kurumlarının, ideoloji önderlerinin ve söylence erbaplarının ödevidir. Felsefenin alâkasını cezbeden şey ise, “Yaşam”dan ziyade “Ölüm”ün kendisidir. Her ne kadar bunu geçtiğimiz iki yüzyılda fark etmiş olsak da; bugün, felsefenin yaşam pratiklerinin düzenlenmesi gibi meşru bir ödeve talip olmadığını biliyoruz. Bilakis onun, −tabiatı gereği değilse bile, tarihsel rolü gereği− tehlikeli bir söylemi ve bozguncu bir eylemselliği içerdiği (ne kadar az kişi tarafından onaylanırsa onaylansın) açıktır. Sokrates’in idamının istenmesinden Baruch Spinoza’nın aforozuna, Pythagoras’ın sürgün edilmesinden Friedrich Nietzsche’nin şeytanî bir kimse olarak sunulmasına; felsefenin tarihsel serüveni, bugün bizim kısır tanımlarımızla ve sığ ödev tayinlerinlerimizle pek de uyum içerisinde görünmez.
Toparlayacak olursak, felsefeyi: vasat aklın hakemliğine soyundurma ve metafizik bir anahtar olarak kavrama çabası zorbaca, bayağı bir tanıma hapsedip yığın için “kullanışlı” hâle getirme merakı tehlikeli ve “yaşamın derin anlamının sözcüsü” ya da yaşam için bir kılavuz olarak görme gayreti ise nafiledir. Şu hâlde uzlaşılanlar ise kabaca şöyledir: “Güvertede Güvercin”, “Kalamış’ta Palamut”, “Susurluk’ta Susuzluk” ve şüphesiz ki “Karanlıkta Küçük Kara Balık”…
Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,
Camus yâr ve Nietzsche yardımcınız olsun.