Murat Sevinç: Ağaç kemirmiyoruz, her günün kıymetini biliyoruz
7 Şubat 2017 gecesi OHAL KHK’si ile üniversitedeki akademisyenlik görevinden ihraç edilen Doç. Dr. Murat Sevinç'in kaleme aldığı öyküler Hey Garson! adıyla kitaplaştı. Sevinç ile akademinin mevcut halini, yurt dışında geçirdiği günleri ve edebiyat ile olan ilişkisini konuştuk.
Adalet Çavdar
DUVAR - Doç.Dr. Murat Sevinç, 7 Şubat 2017 gecesi OHAL KHK’si ile üniversitedeki akademisyenlik görevinden ihraç edildi. Sevinç, Gazete Duvar’a yazdığı yazıların bir kısmını “Hey Garson!” adı altında kitaplaştırdı. Hey Garson! üzerine konuştuğumuz Murat Sevinç, "Hoca ile öğrenci arasında kararnameler ile kuramayacağınız ve ortadan kaldıramayacağınız bir bağ olur. Emek harcadığınız ve bir şeyler kattığınız genç insanlar, size bir kararname ile saygı göstermeyeceği gibi, kararname ile saygısızlık yapmayı da düşünmez. Haliyle, olup biten aslında çok zavallı bir çaba. Bu işleri yapanlar biraz tarih filan okumuş olsa, ileride kendilerinin ve attıkları insanların nasıl anılacaklarını da bilirdi. Ne yazık ki dünyayı, kendi küçük ve sığ ilişki ağlarıyla kavrıyorlar. Benim ve diğer meslektaşlarımın öğrencilerden koparılmamız vahim elbette. İstedikleri bu asıl olarak zaten. Yani sizin o genç insanlar bir şey söyleme, bir bağ kurma ihtimalinizden korkuyorlar. İki dönemde, Ankara ve İstanbul’da binin üzerinde öğrencim oluyordu ve o arkadaşlara anayasa tarihi anlatıyordum. Artık anlatamıyor olmak benim açımdan elbette üzücü bir durum. Ancak, ne olur şu kadarcık ukalalığımı mazur görün, sanırım öğrenciler için de pek iyi bir durum sayılmaz. Atılan hocalar ders veremiyor doğru; iyi hoş da öğrenciler de ders alamıyor. Yani yalnızca beni ve bizi ilgilendiren bir durum değil bu. Toplum zarar görüyor. Yapacak bir şey yok, bir ülke, kendi yetişmiş insanını böyle güle oynaya feda ederse, arkalarından küfretmeyi marifet sayarsa, küfredilene pek bir şey olmaz genellikle. İşsiz kalırsınız yalnızca. Sonra aynı toplum ve yönetenler, “Allah Allah işler neden iyi gitmiyor, neden yurtdışına çıkıyor gençler” diye dertlenir" dedi.
Öncelikle sormak istediğim şu, siz amfilerde ders anlatan bir hocaydınız. Ülke malum pek çoğumuzun bildiği bir süreçten geçiyorsunuz şu an. Hoca olarak anlatmak ne demekti şimdi yazı ile meramınızı anlatmak nasıl bir durum?
Evet öyleydi! O zaman da yazı ile anlatmaya çalışıyordum derdimi ancak şimdi tek araç olarak yazı kaldı. Bir de zaman zaman, fırsat oldukça bir yerlerde konuşma yapıyorum, yani gevezelikten tümüyle vazgeçmedim! Dijital gazete mecrası –ki ileriki yıllarda herhalde çok daha yaygınlaşacak- düşünceleri paylaşmak için azımsanmayacak fırsat sunuyor. Yazdığınızda karşınızdakini görmüyor bilmiyorsunuz tabii, buna mukabil bir amfide toplanandan çok daha fazla insana ulaştığınızın da farkındasınız. Bu nedenle ders ile yazıyı, ikisinin amacını ve hitap ettiklerini karşılaştırmamaktan yanayım. Ders anlatmaktan memnundum, yazı yazıyor olmaktan da memnunum. Tabii ders, çok sayıda genç insanla yüz yüze olmanızı sağlayan çok özel bir durum. Hoca ile öğrenci arasında yazıyla kurulması güç, özel bir bağ oluşuyor. Ancak şu aralar hiç tanışmadığım kimi öğrenciler, yazılar üzerinden e-posta ile tanışıyor ve kaynak soruyor. Dertleşmek istiyorlar. Demek ki yazı ile de az çok bir iletişim mümkün.
'BİRAZ TARİH OKUMUŞ OLSALAR...'
Peki öğrenciler, ne kadar öğrencisiz kaldınız? Dersler bitince öğrencisiz kalınca ne oldu?
Dediğim gibi, hoca ile öğrenci arasında kararnameler ile kuramayacağınız ve ortadan kaldıramayacağınız bir bağ olur. Emek harcadığınız ve bir şeyler kattığınız genç insanlar, size bir kararname ile saygı göstermeyeceği gibi, kararname ile saygısızlık yapmayı da düşünmez. Haliyle, olup biten aslında çok zavallı bir çaba. Bu işleri yapanlar biraz tarih filan okumuş olsa, ileride kendilerinin ve attıkları insanların nasıl anılacaklarını da bilirdi. Ne yazık ki dünyayı, kendi küçük ve sığ ilişki ağlarıyla kavrıyorlar. Benim ve diğer meslektaşlarımın öğrencilerden koparılmamız vahim elbette. İstedikleri bu asıl olarak zaten. Yani sizin o genç insanlar bir şey söyleme, bir bağ kurma ihtimalinizden korkuyorlar. İki dönemde, Ankara ve İstanbul’da binin üzerinde öğrencim oluyordu ve o arkadaşlara anayasa tarihi anlatıyordum. Artık anlatamıyor olmak benim açımdan elbette üzücü bir durum. Ancak, ne olur şu kadarcık ukalalığımı mazur görün, sanırım öğrenciler için de pek iyi bir durum sayılmaz. Atılan hocalar ders veremiyor doğru; iyi hoş da öğrenciler de ders alamıyor. Yani yalnızca beni ve bizi ilgilendiren bir durum değil bu. Toplum zarar görüyor. Yapacak bir şey yok, bir ülke, kendi yetişmiş insanını böyle güle oynaya feda ederse, arkalarından küfretmeyi marifet sayarsa, küfredilene pek bir şey olmaz genellikle. İşsiz kalırsınız yalnızca. Sonra aynı toplum ve yönetenler, “Allah Allah işler neden iyi gitmiyor, neden yurtdışına çıkıyor gençler” diye dertlenir. Allah Allah, neden acaba!?
Peki, kitabı henüz eline almayanlar, kitaptan haberdar olmayanlar için kitabın oluşum sürecinden bahseder misiniz?
Bu kitaptaki on iki hikâye, Gazete Duvar için yazdığım garsonluk günlerinden oluşuyor. O yazıların üzerinden şöyle bir geçtim ve öylece yayınlandı. Yeni bir şeyler ekleyebilirdim doğrusu ama malum, kâğıt çok pahalı! Hikâyeler birilerinin dikkatini çekmiş, ilgi görmüş. Yazma nedenim Ali Duran Topuz’un isteğiydi. Yayınlama nedenim ise Murat Menteş’in önerisi oldu. Sağ olsun April Yayıncılık iflas riskini göze alıp (!) kitaplaştırdı. Üniversiteyi bitiren bir gencin, dil öğrenmek amacıyla Londra’ya gidişi, orada yaşadığı kimi acayip ve eğlenceli anılar. Çeyrek yüzyıla yayılmış bir anlatı bu. Bugünden bakıp o günleri andım.
'GİTMEK İSTEYENİ SERT ELEŞTİRMEMEK GEREK'
“Hey Garson!” bu aralar sıklıkla mevzusu herkes tarafından konuşulan gitmek mi kalmak mı üzerine biraz. Sizin gitme nedeniniz dönmekmiş ama bugün gidenler hakkında ne düşünüyorsunuz? O yılları bugüne alsak gitmek mi, kalmak mı, dönmek mi? Ne derdiniz?
Gideni de kalanı da desteklemekten yanayım! İkisi de bir şey deniyor nihayetinde. Gitmek isteyeni de küçümsememek, sert eleştirmemek gerekir. Belki şöyle bir ayrım yapılabilir. Gitmek isteyenler de homojen değil. Çok varlıklı birinin gidişiyle, beş parasız gideneler; meraktan gidenlerle siyasi gerekçelerle gidenler vs... Bunlar arasında farklar var tabii. Bana üzücü gelen, ‘lanet olsun’ diyerek gitmek isteyenler. Mücadeleden kaçıyorlar filan gibi iri laflar edecek değilim. Herkes aynı yerden bakmak zorunda değil yaşama. Fakat “lanet olsun”da bir telaş var. Telaşla, kızgınlıkla yapmamak gerekir sanırım bir işi. Bu şekilde gidenler pişmanlık duyabilir ileride. Orada istedikleri hayatı bulamayabilirler. Bir şehri turist olarak gezmekle orada parasız pulsuz yaşamaya çalışmak arasında büyük farklar var. Bir de tabii, “orası” neresi? Herkes ‘müreffeh’ Batı’ya gitmek istiyor. Yani gidenler için dışarısı, Batı. Kitapta anlatmaya çalıştım; pek çok zorluğu göze almak gerekiyor. Mutlu olmak mümkün, mutsuz olmak da muhtemel. Bir yere gitmek, tek başına mutluluk sağlamayabilir. Denemek isteyeni de yüreklendirmek gerekir ama. Ben döndüm. Hiç pişman filan da olmadım. Hatta şu koşullarda dahi pişman değilim. Burası benim, anamın babamın memleketi. Ama dönmeseydim ne yaşardım, bilmek mümkün değil. Sanırım asıl mesele, bir toplumun “Neden birileri kaçıp gitmek istiyor?” , “Bu insanlar gidince kalanlar kuş mu konduracak?” gibi sorular üzerine düşünüp düşünmemesi.
'GARSONLUK POPÜLERDİ'
Öğrencilikte özellikle yurt dışında öğrencilik nasıl bir hal, nasıl değişti sizin zamanınızdan bugüne? Yurtdışında öğrencilik yaparken böyle işlerde çalışmak sadece Türklerin yaptığı bir şey mi? O dönem yaptığınız bu işler sizin öğrencilik ve hocalık hayatınızı nasıl etkiledi?
Ben dil öğrenmek için gittim. Dolayısıyla oradaki üniversite öğrencileri hakkında fikrim olsa da, onların hayatını yaşamadım. Vallahi bana çok rahat yaşıyorlarmış gibi geliyorlardı! Hiç paranız yoksa beş lirası olan size zengin görünür ya... Böyle işler tam da öğrenci işleri tabii. Garsonluk çok konforluydu aslında. Mesela pazarlarda çalışanlar daha çok yıpranıyordu. Soğuk hava, az gıda gibi nedenlerle. Çocuk bakıcıları şanslıydı bana kalırsa. Hele yanlarında kaldıkları aileleri iyi insanlarsa, hakikaten rahat ediyorlardı. Garsonluk, her milletten öğrenciler arasında popülerdi. Çünkü lokantasına göre değişse de, istediğiniz gün ve saatleri seçebiliyorsunuz. Haftada iki gün ve yalnızca akşam çalışanlar vardı mesela. Ben neredeyse her gün çalışıyordum çünkü başka türlü, aileden para almadan yaşamak zordu. Sonrasındaki hayatımı elbette çok olumlu etkiledi. Nitekim kitabın çıkma nedeni de bu. O yaşta, böyle bir deneyim çok öğretici oluyor. Dünyanın en karmaşık ve popüler şehirlerinden birinde, tek başına ayakta kalmaya çalışmak zorlu ve zenginleştirici. Özgüven kazandırıyor insana. Her yerde her koşulda yaşanıyormuş demek ki, gibi bir duygu. Hocalığı nasıl etkiledi, bilemem. Hoca dediğiniz insanlar, o yaşa kadar ne gördülerse, ne öğrendilerse o deneyimle çıkıyorlar öğrenci karşısına. Yaşadıklarımızın toplamıyız sonuçta. O toplam, öğrenciye ne kadar geçiyor; herhalde onu da öğrenciye sormak gerekir. Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim: Orada karşılaştığım ‘çeşitlilik’ beni daha anlayışlı biri haline getirmiş olabilir. Ancak bir insan, anlayışlı olup olmadığına da kendisi karar veremez!
'GURBET, BAZEN ÇOK YALNIZ HİSSETMEK...'
Gurbet ne demek? Dün ve bugün nasıl bir anlam kazandı ya da kaybetti...
Çok derin bir sözcük bu. Ben altından kalkamam. Kaçan biri, işçi olarak giden biri ve öğrenci olarak giden biri için farklı anlama gelir herhalde. Öyle insanlar var ki, uzun yıllarını yurtdışında geçirmiş ve gurbette olmak üzerine bir kez dahi düşünmemiş olabilir. Kitapta, gurbetin anlamına ilişkin bir iki satır var aslında. Bence, bazen çok yalnız hissetmek gurbet. Öyle memleketteki gibi bir yalnızlık değil, daha yorucu bir şeyden söz ediyorum. Bir de insan özlüyor kardeşim. Aileniz var, arkadaşlarınız var, yürümeyi sevdiğiniz sokaklar var. Ben döneceğimi bildiğim için çok dert etmedim tabii. Ama dönmemiş insanlar tanıdım. Başka bir yazıda anlatmıştım; sohbet sırasında Ankara’nın Kumrular Caddesi’nden söz edince hüngür hüngür ağlayan bir insan gördüm örneğin. İşte herhalde böyle bir şey gurbet. Kumrular’ı duyunca ağlamak mümkün demek ki!
'ORTAYLI, ATILAN MESLEKTAŞLARINA DAİR TEK SÖZCÜK SARF ETMEDİ'
İlber Ortaylı’nın söylediği "En büyük uzaklık da bir memleketi terk etme durumudur. Türkiye üniversitelerinde en iyi dereceleri alanlar, okuyanlar gidiyorlar New York'un, Los Angeles'ın otellerinde garson oluyorlar." cümlesi sizin için ne ifade ediyor?
Konuşmasını dinlemedim. Sizin söylediğinize bakılırsa, “iyi yetişmiş gençler gitmesin” demek istiyor. Aslında burada pek kızılacak bir şey yok bana kalırsa, haksızlık etmemek gerek. Sonuçta ben de benzer şeyler söylüyorum, yazıyorum. Sanırım tepki duyanların kızgınlığı, Ortaylı’nın ‘gitme gerekçeleri’ üzerine bir şey söylemiyor oluşuna. Yani insanlar boşuna, durup dururken gitmiyor. O konuda bir şey söylemezseniz, boş konuşmuş olursunuz, çünkü temel mesele gidenler değil, onların gitmesine neden olan koşullar. İlber Ortaylı, (yüzlerce binlerce meslektaşını geçtim!) kendisini Ortaylı yapan, yıllarını geçirdiği Mülkiye’den atılan ve hemen hepsi öğrencisi, sonrasında meslektaşı olmuş akademisyenlerin durumuna dair tek sözcük sarf etmedi. Duymadı muhtemelen. Duysa bir sözü olurdu mutlaka. Böyle birinin, ‘ülke koşulları’ yerine, ‘gidenleri’ eleştirmesini anlayabiliyorum. Bana bunları düşündürdü cümlesi. Ortaylı’nın bir cümlesi üzerine bu kadar düşünmek de sanırım yeterli olur.
'ÖZGÜR DÜŞÜNCE OLMAYAN YERDE ÜNİVERSİTE OLMAZ'
Bugünün akademisi için ne düşünüyorsunuz? Öğrenciler özellikle de akademik kariyer düşünen öğrenciler sizce ne yapmalı?
Bu konuda Diken’de o kadar çok yazdım ki! Ne düşünebilirim! YÖK sonrası üniversitenin bittiğini düşünenlerdenim. Düşünce özgürlüğü olmayan yerde üniversite olmaz. Bana çok karmaşık görünmüyor bu konu! Türkiye’de çok iyi ve nitelikli kalıntılar var. Onlara uğraşmaları boşuna değil. Kişisel olarak, çok sayıda pırıl pırıl ve çalışkan insanın bu yapı içinde öğütüldüğünü düşünüyorum. Yakın gelecekte üniversite kurumunun da her şey gibi dönüşeceği kanısındayım. Üniversite için bir binaya ihtiyaç olmayacak bir gün. Dolayısıyla genç arkadaşlara akademiyi elbette öneriyorum. İdealizm iyi bir şey. Okumak yazmak, anlatmak. Ancak yalancılık yapamam, şu koşullarda özgürce akademisyenlik filan yapılmaz kardeşim. İyice acayipleşti akademik kurumlar. Dünya batsa gıklarını çıkarmıyorlar. Herkes birbirinden ve ne yazık ki muhbir öğrencilerden çekiniyor. Ezcümle, akademisyenlik öneririm tabii ama halihazırdaki koşullarda önerecek durumda değilim. Zaten o çocuklar da olup bitenin farkında. Farkında olmayanlar, yöneticiler ve toplum çoğunluğu.
'MÜLKİYE'Yİ MEZUN OLDUKTAN SONRA SEVDİM!'
Siz öğrenciyken üniversite ile olan ilişkiniz nasıldı, bugünün öğrencilerinin üniversite hakkında ne düşünüyorsunuz?
İyi bir öğrenci değildim. Her dönem bütünlemeye kalırdım. Ben Mülkiye’yi, mezun olduktan sonra çok sevdim, öğrenciyken değil! Gayet yüksek puanlarla girmiştik aslında ama hakikaten ne sevdim ne iyi bir öğrenci oldum. Ama öğrenciliğin tadını çıkardım doya doya. Epey okudum. Tiyatroya sinemaya gittim. Çok az hocayı sevdim. Öğrencilere bazı derslerin kıymetini bilip bolca edebiyat okumalarını, sanatla ilgilenmelerini, aşık olmalarını ve dil öğrenmelerini öneririm. Bir de hocalarına zor sorular sorarak onları yormalarını, eleştirmelerini. Belki o zaman biraz üniversiteye benzer o binalar.
'KEŞKE MEMLEKETTE BOŞ KONUŞMAK ÜCRETE TÂBİ OLSAYDI'
Bundan sonra üniversitenin üniversite olması mümkün mü bundan sonra bu kadar okuyan insan ne yapsın, garsonluk mu yapsın!
Türkiye’de meslek eğitimi yetersiz. Meslek lisesi çok hayati bir şey. Çetin Altan “mesleksizler ülkesi” olarak tanımlıyordu. Elektrikçi, tesisatçı, marangoz, çilingir vs. dünyanın her yerinde yaşar. Oysa anayasacı, örneğin ülkeden dışarı adım attığında hiçbir işe yaramaz! Herkesin üniversiteye girmeye çalışması meslek sahibi olmamakla ilgili bir sorun. Çok vahim. İşe yaramazlar toplumuna dönüşüyor kaçınılmaz olarak. Üniversiteye benzer üniversite hayali politik bir mücadele gerektiriyor. Şu “limon sat onurlu yaşa” sözü çok matah görünmekle birlikte boş laf! Elbette limon satarak yaşanabilir. Peki, bu sloganı sevenlerin kaçı limon satarak yaşam kurabilmiş. Böylesi ifadeleri bilgisayar başında yazmayı marifet sayanlar, hangi işleri yapıyorlar? Limon mu satıyorlar? Keşke memlekette boş konuşmak bir miktar ücrete tâbi olsaydı, belki bu kadar rağbet olmazdı.
Bütün bu anılarınızı yeniden kaleme alırken ne düşündünüz? Ne hissettiniz? Bir kaç yerde gözlerinizin dolduğundan bahsetmişsiniz. Vefa duygusunu hissettiriyorsunuz.
Çok hoşuma gitti inanın. O günlere bugünden bakmak ilginç oldu. Oradayken çok kızdığım insanlara artık o kadar da kızgın olmadığımı fark ettim örneğin. Oluyor böyle şeyler. Mesela bazı insanlarla yıllardır konuşmuyorum ama şu anda tam olarak neden bozulduğumu da hatırlamıyorum aslında! Vefa duygusuna takılmanıza sevindim. Çünkü zor durumda uzatılan bir el hiç unutulmuyormuş, onu fark ettim yazarken. Örneğin bazı kötülükleri tam olarak hatırlayamadım. Yani kazık yediğimi hatırlıyorum da, ayrıntılar gelmedi bir türlü gözümün önüne. Ama iyilik yapanların yüzünü bile unutmamışım. Çok ilginç bir durum bu. Demek ki silmek istediklerim olmuş. Bir de özellikle tutmak, hatırlamak istediklerim. Rahmetli annem, “Allah iyi insanlarla karşılaştırsın” derdi hep. Güzel ve anlamlı bir temenni.
Bu restorancılık, lokantacılık mesleği içerisinde uzun bir dönem çalışmış biri olarak soruyorum, iyi patron yok mudur? Bulunmaz mı? Hepsi mi bir acayiptir? Yurt içi yurt dışı fark etmiyor sanırım. Sizin anlattıklarınızdan anladığım kadarıyla siz de az çekmemişsiniz?
Bir kategori olarak iyi patron olmaz tabii, adı üzerinde ‘patron!’ Fakat patronlar içinde iyi insan neden olmasın?! Elbette olur ve zaten özellikle ilk lokantamı anlatırken, o berbat nitelikleri olan Mısırlı patronun aslında iyi bir yanı da olduğunu da anlatmaya çalıştım. İnsani zaafları vardı ve onları kabullenip üzerine gitmektense, eziyet etmeyi seçerdi. Beni hem sömürdü hem de işi öğretti. Bu yüzden yıllar sonra Londra’ya bir kez daha gittiğimde ziyaretine gittim zaten. Ben o kadar çile çekmedim canım. Hep eğlenceli yanını görmeye çalıştım ki nitekim hikâyeleri de biraz o dille anlatmak istedim. Yani ev sorunu yaşadığım bir günün ertesinde harika bir müzeye gidiyorsunuz. İyi yanından bakmak gerek! Daha ne eğlenceli şeyler vardı anlatacağım ama dediğim gibi, şu aralar kâğıt çok pahalı!
'BİR YERİ SEVMEK İÇİN FAZLA PIRILTIYA İHTİYAÇ YOK'
Bir Ankaralı olarak klasik soruyu size de sorayım Ankara mı İstanbul mu? Neden?
Hakikaten klasik soru oldu! ‘Merkez sağcı’ gibi davranayım isterseniz: İkisi de! Birinde doğdum, anamın babamın ailemin evi burada. Baba evi. Baba evinin dünyanın herhangi bir yerinde karşılığı olmayabilir! Diğerindeyse, büyüdüm. Eşim, dostum, okulum. Ben Ankara’yı çok sevenlerdenim. Gerekçeleri çok uzun. Bu konuda “Behzat Ç Ankara’dır” başlıklı yazım var Radikal’de. Bir de şu tabii: Bir abimiz, yıllar önce Ankara’daki bir tıp fakültesinden (yaşadığı sorunlar nedeniyle) bir Anadolu şehrine gitmek istemişti. Yurt dışında eğitim almış, krem tabakadan ve son derece idealist biri. Gittiği yer Tokat’tı. Orada altı yedi yıl kaldı. Çocuğu oradayken dünyaya geldi. Oğlanı Fransa’ya, ABD’ye filan götürüyorlar, Disneyland’a gidiyor. Düşünsenize çocuktaki şansı. Fakat nereye giderse gitsin Tokat’ı çok özlüyor ve “en güzel yer Tokat” diyormuş. Çok hoşuma gidiyor bu hikâye. Yani bir yeri sevmek için fazla pırıltıya ihtiyaç yok. İstanbullular bu şehrin ne kadar güzel olduğunu söyleyip duruyor birbirlerine! Garip bir hâl. Ben iki şehre de gelirken hep çok mutlu oluyorum. Kuğulu Park ve Haliç Kıyısı, ayrı hikâyeler benim için. Birini diğerine tercih etmesem de olur!
Bundan sonra hikayelerinizi anlattığınız kitaplar devam edecek mi? Yoksa kendi alanınıza geri mi döneceksiniz?
Hayat bu, bilemiyorum. Ama zaten kendi alanımda bir şeyler yazıyorum şu anda da. Hikâyeler, bana bu günlerin çok güzel bir anısı oldu. Duvar ve April, Ali D. Topuz ve Murat Menteş sayesinde.
KHK ile işinden edilen pek çok insanın nasıl yaşadığı bir merak konusu. Siz haklarınız bu kadar gasp edilmişken, hayatınıza nasıl devam ediyorsunuz, maddi ve manevi olarak.
Bu konu o kadar çok yazılıp çizildi ki. Uzun bir yanıta gerek yok sanırım. Herkes, farklı derecelerde de olsa sıkıntı çekti, çekiyor ve yine o herkes hayatta kalmanın bir yolunu buluyor. Bakın, eski Türkiye Müslümanları’nın çok sevdiğim bir sözü vardı: “Allah rızkını verir,” denirdi. Yeni Türkiye ahalisi içinde, “Ağaç kemirsinler”i tercih edenler oldu! Üzücü tabii insanların kendilerini bu hâle düşürmeleri. Hakikaten çok yazık. Herhangi bir koşulda, insan insanlığından vazgeçmemeli. Dünyaya bin kez gelsem, birinde bile, nefret ettiğim bir insanın dahi aç kalmasını dilemem. Belki çok enayice gelecek ama üzgünüm bu insanlar için. Kimse kimseyi rezil edemez, insan ne yaparsa kendine yapıyor; bunlar da kendilerini rezil ediyor her Allah’ın günü. Merak ediyorsanız eğer, ağaç kemirmiyoruz, hayatta kalıyoruz, olabildiğince işimize gücümüze bakıyoruz, her günün kıymetini biliyoruz ve vicdanımız rahat. Daha büyük bir ödül düşünemiyorum. Bir de tabii, az çok tarih biliyoruz!
Türkiye’de garsonluk yapma fırsatınız oldu mu? Düşünür müydünüz? Buradaki garsonlarla ilişkisine ne diyorsunuz?
Üniversitede bir yaz tatilinde, Beyoğlu Sineması’nın büfesinde çalışmıştım. Bu apayrı bir macera, başlı başına bir kitap olur! Londra’dan döndükten sonra uzun süre lokantaya gitmek gelemdi içimden. Türkiye’de garsonlara ne kadar kaba davranıldığını fark ettim çünkü. Teşekkür etmeyi ve lütfen demeyi pek sevmiyor buradakiler. İçselleştirilmiş bir kaba sabalık söz konusu. Tüm toplumsal ilişkiler amir-memur ilişkisi içinde kurulunca, garsonla eşit görmüyor kendisini müşteri. Bu da ciddi kültürel ve haliyle siyasal kültürü de belirleyen bir sorun.
Garsonluk hayata bakış açısını nasıl değiştirir? Bir garson hayat hakkında ne öğrenir?
Çok insanla karşılaşır garson. Ağır iştir. Eğer aklı başında bir garsonsa, eşitliğin değerini anlar. Ben şunu öğrendim mesela: Bir AVM’ye gittiğimde, üst kattaki temizlik işçilerini görmeyi, konuşmayı, hâl hatır sormayı ve teşekkür etmeyi. Bunu herkese tavsiye ederim. O temizlikçi ile siz, farklı işler yapan eşit insanlar ve yurttaşlarsınız.