Her insanın, her bireyin, her yurttaşın, her askerin kendi hayatından daha değerli bir hikayesi olabilir mi? Artık ölümü değil hayatı, yan yana değil iç içe yaşamayı yüceltmenin zamanı gelmedi mi?
ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki en renkli ve başarılı generallerinden Patton’u anlatan aynı adlı 1970 yapımı filmde bir sahne var. Patton, İtalya cephesinde bir sahra hastanesini gezmekte, sohbet ettiği yaralı askerlere şefkatli bir yaklaşımla moral vermektedir. Fiziksel olarak tamamen sağlam gözüken bir askerin yatağına yaklaşıp bilgi almak istediğinde, o askerin sorununun sadece psikolojik olduğu anlaşılır. Patton, şiddetli tepki gösterir, askeri korkaklıkla itham eder, silah arkadaşları cephede çarpışırken orada sapasağlam yatmaktan utanç duyması gerektiğini vurgular. Ve daha sonra olayın basına yansıması, kamuoyu tepkisi ve Vaşington’dan gelen baskıyla tüm askerlerin önünde düzenlenen bir törenle yutkunarak da olsa resmen özür dilemeye mecbur olur.
Patton’un yaklaşımı tanıdık gelse de, ABD askeri kültürüyle bizim farkımız, orada askere her koşulda hayatta kalmasının esas olduğunun öğretilmesi. Vietnam Savaşı’na Deniz Kuvvetleri’nde pilot olarak katılan Senatör John McCain’in uçağı 1967 düştüğünde iki kolu birden kırıktır. Uzun süre Viet Cong’un elinde işkence görür, çarmıha gerilir. Babası Oramiral John McCain’in Vietnam’da savaşan tüm ABD kuvvetlerinin komutanı olduğu anlaşıldığında 1968 yılında serbest bırakılması önerilir. Arkadaşlarını geride bırakmamak için bu ayrıcalık teklifini reddeden McCain, 1972’de beş yılı aşan sürenin ardından serbest bırakılan son savaş esirleri arasında ülkesine döner. 1982’de siyasete atılıp Arizona Senatörü seçilen ve 2008’de de Cumhuriyetçilerin başkan adayı olan McCain kariyeri boyunca muhafazakar ve ulusal güvenliği önceleyen siyasi görüşlerine rağmen tutarlı biçimde işkence ve kötü muamelenin her türüne her vakada karşı çıkmasıyla tanınır.
Savaşın doğasıyla, hayatın dolayısıyla siyasetin mantığı haliyle farklı. Doğrusu, işin özü gereği öyle olmak zorunda. İzmir Poligon’daki Deniz Kuvvetleri Eğitim Merkezi’nin kapısında “Disiplin iradenin kırılmasıdır” yazardı. Askerin ateş altında aldığı emri sorgulaması, tartışması beklenemez. Siyasi değerlendirme yapması da. Örnek olarak salt bu yüzden, 24 Kasım 2015 tarihinde Hatay’da Rus uçağını düşüren pilotun o olaydaki tüm emir-komuta zinciri içinde ve siyasal karar alıcılar arasında içinde işini doğru yapan yegane oyuncu olduğunu söyleyegeldim. Siyaseti yapan, kuralları koyanla, tetiği çekeni aynı kefede tartamayız çünkü. (İşin içinde kötü niyet, kasıt, komplo varsa o ayrı.)
Mustafa Kemal Atatürk, Çanakkale Savaşı’na başlangıçta Yarbay rütbesiyle katılmıştı ve Gelibolu yarımadasının batı kıyılarını savunmakla görevli gruba komuta ediyordu. Çanakkale’deki tüm harekatın komutanı Alman Korgeneral Liman Von Sanders anılarında onun atılganlığından ve inisiyatif kullanma eğiliminden olumlu biçimde söz eder. Conkbayırı’nda Mustafa Kemal’in 57. Alay’a “Size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum” diye hitap ettiği bilinir. Kolordu Komutanlığı’na raporunda da kendi ifadesiyle durumu “Herkesin muvaffak olmak veya ölmek azmiyle harekete teşne olduğu bir taarruz” diye aktarır. Gerçekten 57. Alay’ın neredeyse tamamı şehit olur ama harekat başarıya ulaşır. Ya tarihleri, yerleri, kişilikleri dikkate almadan veya bilinçli biçimde karmaşıklaştırarak bu vakayı günümüze ve demokratik bir ülkenin ordusuna taşırsak, bu tür bir komutun hukuksal sonuçları olur muydu -veyahut ne olurdu? Bu soru, düşünceyi tahrik bakımından geçerli olmak durumundadır.
Amerikalı tanınmış antropolog Ruth Benedict, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1946’da Japon kültürünün klasikleşmiş bir incelemesi olan “Krizantem ve Kılıç” adlı ünlü kitabını yayımlamıştı. Benedict, Japon askerlerinin teslim olmamak için ya ölene dek savaştıklarına veya intihar ettiklerine dikkat çeker; nihayet esir düştükleri takdirdeyse, bizatihi esir düşmenin getirdiği ölümcül utançtan ötürü tüm bildiklerini paylaşmaya gönüllü olduklarını aktarır. Zira, bir Japon için esir düşme utancı artık yeniden Japonların arasına onurlu biçimde dönemeyeceği, bir başka deyişle eski hayatının bittiği anlamına gelmektedir. Ölmeyi beceremeyip esir düştüyse, Japon artık hayatını ancak Amerikalı olarak sürdürebilecektir.
Bize gelince, kahramanlık ve şehadet, toplumu gütmenin ve güdülemenin vazgeçilmezleri. Komutanız altındaki bir askere onun öleceğini bile bile harekete geçme emrini vermek için tüm diğer seçeneklerin tüketilmiş olması gerekmez mi? Örnek olarak, uzaktan bir askere “Şu hareketi yerine getir, falanca düşmandır, işin ucunda ölüm var ama bunu yapmak zorundasın” demek. Veya “Durum bu, adam hain, ama şimdi böyle yaparsan kesinlikle öldürülürsün, hazırlıklı ol, bekle, takviye gelince hep birlikte harekete geçeceğiz” –bu da bir başka hareket tarzı seçeneği. İkinci seçenek akılcı gözükse de, hiç birinci gibi kulağa çekici gelmiyor değil mi? Hikayesi yok çünkü.
Oysa bize hep hikaye gerek. O dönem henüz Yarbay Mustafa Kemal olan Atatürk’ün 57. Alay’a verdiği emir gibi bir kahramanlık ve şehadet hikayesi. Hayatla ölüm arasında seçim gerektiren o konum, bir ulusun ve ülkenin var kalma mücadelesi ve esasında bir vatan savunma savaşının gerekliliğiydi. Her şeyden evvel yüz yıl öncesinden söz ediyoruz. Her koşulda aynı biçimde mi davranılmalıdır? Öyleyse, hamaset makbulse, neden Atatürk kendi Sofya’dan gelip Çanakkale’ye gitmeden İstanbul’da yaptığı temaslarda görüştüğü İttihatçıların umursamaz maceracılıklarından yakınır? Daha önemlisi, her insanın, her bireyin, her yurttaşın, her askerin kendi hayatından daha değerli bir hikayesi olabilir mi? Artık ölümü değil hayatı, yan yana değil iç içe yaşamayı yüceltmenin zamanı gelmedi mi?