İstanbul'a yakın tatil beldeleri ortak özellikler taşır:
Silivri, Erdek, Avşa, Şarköy…1980 sonrası dönemde gelişimlerinin
hız kazandığı, orta sınıfın cazibe merkezleridir bu mekanlar. Otel
pek bulamazsınız mesela, pansiyon ya da en iyi ihtimalle, ikisinin
arası bir yerde konuşlanan “motel”dir kalma seçenekleriniz. Bangır
bangır müzik çalan doğan-şahin tayfası dışında kimsenin kimseye
arabasıyla hava atmadığı, hemen hemen herkesin eşit sınıfsal statü
içinde yaşadığı, lahmacunun öyle 60 değil, 7-8 lira olduğu, Özal'ın
deyimiyle orta direk cennetleridir buralar. Sosyolojik açıdan
madendirler. İletişim Yayınları’ndan çıkan, Tanıl Bora’nın
derlediği “Sayfiye Hafiflik Hayali” kitabı dışında çalışılmamış
olması da ilginçtir aslında. Şimdilerde bu “sayfiye” beldeleri yine
aynı kaderi paylaşıyor. Müsilajın çevresel etkilerinin
yıkıcılığının yanı sıra işin bir de ekonomilerini yaz aylarına
bağlamış bu yazlık mekânların geleceğinin tehlikede olması boyutu
var. Denizin teknik olarak bittiği, muhtemelen de uzunca bir süre
eski haline dönmeyeceğini düşünürsek, bu yazlık mekânları, iç
turizm dışında var olabilmek için başka seçenekler bulmak zorunda
kalacaklar.
Deniz kenarına paralel, 4-5 katlı yapılaşmaları çirkin de olsa,
müstesna bir karaktere sahip Çınarcık da bunlardan biri. Toplasan
en fazla 3 aylık hareketli sezonu olan Çınarcık müsilaj belası
nedeniyle kan ağlıyor. Yıllardır, depremler, yaz aylarına denk
gelen ramazan ayı, pandemi gibi dertlerle boğuşurken, şimdi de
müsilajla başı dertte beldenin. Sokağa çıkma yasakları boyunca
akşam saatlerinde distopik bir kente dönüşen Çınarcık’ı müsilaj
vesilesiyle biraz sizlere anlatmak isterim. Diğer tatil
beldelerinde yaşayanlar ya da oralarda anıları olanlar da
muhtemelen yazıda anlamlı benzerlikler bulacaktır.
Aslında çocukluk sonrası toplamda belki 30 gün dahi kalmamışken,
son dönemlerde çeşitli nedenlerle sık gelmeye başlayınca insan
gayrı-ihtiyari kendini tuhaf bir Stockholm sendromu içinde buluyor.
Evet itiraf ediyorum ki denizdeki o korkunç kirlilik görüntüsüne, o
beton yapılaşmasına rağmen Çınarcık’ı sevmeye başladım. Belki de
nostalji tuzağına düşüyor olabilirim. Bizimkiler 1970'de ben 3
aylıkken buradan yazlık almışlar. Hal böyle olunca birkaç ay önce
emekli olduğumu bilmeyen annemin arkadaşlarından biri "Aaa Azmi ne
kadar da büyümüşsün" deyince pek bir güldüm. Ben 4,5 yaşında
konuşmuşum, belki hatırlar diye "Üstelik artık konuşabiliyorum da"
dedim.
Aslında burası tam bir geriatri cumhuriyeti. Yaş ortalaması çok
yüksek. Emeklilerin, kentsel dönüşümden kaçanların sığındıkları,
hayatın kısmen ucuz olduğu kurtarıcı bir liman burası. Çoğunluğun
elinde Sözcü gazetesi var, evet burada hala gazete satılıyor.
Sokaklarda neredeyse bütün yazlıkçıların birbirini tanıdığı bu
beldede elbette gerilimler de yaşanmıyor değil. Örneğin müsilaj
öncesi pis kumsalı temizleyip küçük alanınızı taşlarla çevrelediniz
mi, tuhaf bir şekilde oraya artık başkasının oturmasına izin
vermeyebiliyordunuz. Yani Çınarcık'ta sahilde yer tutmak için
tapuya falan değil temizlik yapacak bir tırmığa ihtiyacınız
bulunuyor, sonra "beyefendi ben burayı temizledim ve güzelce
çevreledim, buraya oturamazsınız" diyerek çemkirmeniz yeterli.
Diğer seçenek sabah 6'da inip şezlong ve havlularınızı koyunca da
yer probleminiz kalmıyor. Zaten laf aramızda, deniz müsilaja kadar
da pek matah değildi, en temiz olduğunu söyledikleri hali dahi
içinizde tuhaf hisler uyandırabiliyordu. Ancak belde sakinleri bu
konuda çok hassastır, deniz çocukları gibidir asla laf
söyletmezler, hatta pandemi ve musilaj öncesi sık sık şunu
duyardınız “Bugün deniz pırıl pırıl.”
Eski esnaflar ne yazık ki hiç kalmamış durumda, A101, BİM,
Carrefour, Migros işgal etmiş her yeri. 40 yıllık bakkalımız, sepet
sallayıp her ihtiyacımızı karşılayan Aynur Abla ve İlker Abi ile
bence tartışmasız Türkiye'nin en iyi dondurmasını yapan Balkan
Dondurmacısı Sabri Abi olmasa alışveriş yaparken kimseyi
tanıyamayacağım. Hani coğrafya kitaplarında falanca yer için geçim
kaynakları “tarım-hayvancılık” falan denir ya, her yıl el
değiştiren çay bahçeleri ve kafeler, sanki bu coğrafyada ayrı bir
bağırsak üretiliyormuş gibi adım başı karşınıza çıkan kokoreççilik,
3 kuruşa tişort ya da boncuk ve 5 kuruşa bikini satan dükkanlar,
nadide beldemizin temel geçim kaynaklarını oluşturuyor.
Kulüplerimiz pek meşhurdur. Tarkan ve Fatih Ürek gibi isimlerin
“Çınarcık Sahnesi” kökenli olduklarını, buradan terfi yaptıklarını
bilmediğiniz için belki müstehzi gülüyor olabilirsiniz. Ama büyük
kentlerde, 5 sene önce konserleri sürekli iptal olan pop
kraliçelerinin durağı da yine Çınarcık olmuştu. Nezih beldemiz o
yaz, pek çok ünlü sanatçıyı ağırlamıştı gururla. Sokaklarda hiç
genç insan göremezken kaç kişi o konserlere gitti, orası bir
muamma.
Sayfiye yerlerinde yaz bitince evler "kapatılır." Bunun gibi
kendine has kavram ve törensel eylemleri vardır orta sınıf tatil
beldelerinin. Örneğin iskele ya da İstanbul'a gitmezsin. Zira
oralara "inilir". Dönüşte iskeleden "eve doğru çıkayım ya da
İstanbul'dan "ben Çınarcık'a çıkıyorum" demezsin gerçi ama
olsun...İşte belki pek çoklarınız için hiçbir şey ifade etmeyen
vidanjör de bize has bir kelimedir. Söylemesi de çok eğlencelidir.
Vi-dan-jörrr...Ben dedim ya geç konuşmuşum, hatta bazı kelimeler
benden 35 yıl saklanmış, şehla gibi. Şehlanın şaşı anlamına
geldiğini o kadar geç öğrenmem utanç vesilesinden çok bizimkilerin
beni koruma güdüsünün sonucu. Ama vidanjör öyle mi ya? Vidanjör
bahçe katlarında oturan her Çınarcık sakininin hayatlarının önemli
bir parçasıydı. Bizim çekirdek ailemiz anne-baba-abla-ben ve
vidanjörcülerden oluşuyordu adeta. Her yağmurda evimizi diz boyu su
basar, o abiler adına vidanjör denen ilkel kırmızı kamyonlarıyla
suyu boşaltırlardı. Çok pis, leş kokardı ama su içinde yaşamaktan
iyiydi.
Babalar genelde İstanbul'da çalışır, hafta sonları yazlığa
gelirdi. Saçma sapan nedenlerle tedavülden kaldırılan Paşabahçe ve
Fenerbahçe vapurları Kabataş'tan kalkar, bugünün metrobüsleri kadar
kalabalık olurdu. Ama özellikle çocukların en çok beklediği an
vapurdan ilk inenin çılgınlar gibi alkışlanmasıydı. Bu aşırı
aptalca ritüel her hafta yapılır, vapurdan ilk atlamak için herkes
birbirini iter kakar, şansa da kimse denize düşmezdi. Taa ki 1991
yılında bu keyifli eyleme daha fazla dayanamayan iskelenin,
üzerinde insanlar varken bir anda çökmesine kadar.
Uludağ gazozları, tıpkı sucuk salam ya da kolanın zararlı
olmaması gibi tu kaka değildi o zamanlar. Hatta evlere kasa kasa
alınır, bir hafta sonra da boş şişeler kamyona teslim edilirdi.
Bizde hiç eksik olmazdı, çünkü ben hep gözlüğümü sokakta ya da
kumsalda kaybettiğim için annem işin yöntemini "Azmi'nin gözlüğünü
bulana gazoz vereceğim" diyerek çözmüştü. Sayemde çok nemalanmıştır
bizim mahallenin çocukları. Hatta organize olup bilerek kaybetmiş
dahi olabilirim, gözlüğümü😊 İstanbul’un Stüdyo 54’ü vardıysa bizim
de Binbirdirek Diskomuz vardı. Zaten İstanbul'da olan her şey
vardır sayfiye yerlerinde. Bar değil, barımsı kafeler, envai çeşit
yemekçiler… Sadece hep bir tık alt kalitede, orta direk kavramını
hak edecek şekilde...
İşte böyle, musilajın son neşteri vurarak bitirmeye çalıştığı
tatil beldeleri aslında bize birçok şey anlatır. Tanıl Bora ve Asu
Aksoy’un “Sayfiye” kitabında yer alan makalesine sözü bırakalım:
“Sayfiye hayatı ergenliğin kendisi gibidir. Arzular ümitler
fışkırır bir yandan, bir yandan da bunların karşısına yine birtakım
engeller, abiler ana babalar dikilir. Sayfiyenin de bir nizamı, bir
rejimi vardır, o dikilir. Sayfiyenin zamanı da saatlerle rutinlerle
bölünmüş bir zamandır. Deniz zamanı, yemek zamanı, istirahat
zamanı, çay zamanı…Bu zamanın sıkı düzenine kısıldıkça ılık hayal
kırıklıklarının zembereği kurulur. Hayal kırıklıkları hevesleri
büsbütün öldüremez, neticede sayfiyenin hatırası kalır. Sayfiye
aynı zamanda ihtiyarlık mevsimidir. Emeklilik planları hayatın son
demlerini sayfiye hafifliğinde yaşama özlemine çıkar.”
Musilaj belki, bu yoğun “özlem”i yok edemeyecek ama yeni
tanıştığımız doğa kirliliğinin, ortak bir “hayal kırıklığı”
yarattığı, hemen her şey gibi gündelik yaşam pratiklerimizi altüst
ettiği ve ne yazık ki kısa vadede etmeye de devam edeceği aşikar
olsa gerek.