Aşktan da, kendimiz olmaktan da, kendimizi korumaktan da vazgeçmeyeceğiz. “Bu iki kişilik bir maç, buyur yalnız başına oyna o zaman,” diyeceğiz. Mağdurun yanında olmayı ve kadınlar olarak kendimizi sevmeyi öğreneceğiz. Herkes de insan gibi sevmeyi öğrenecek. Adam gibi, kadın gibi, aslan, kaplan, çiçek, böcek gibi değil, insan gibi.
Adam otel odasında, saz çalıp türkü söylüyor. Kadın kapıda beliriyor, hesap soracak. İlk karşılaşmalarında attığı tokatla onu sahneden indiren adam, peşinden yeni turnesine gelmiş, otelde de karşısındaki odayı tutmuş. Adam kafasını kaldırıyor, gözlerini kadına dikip türküye kaldığı yerden devam ediyor. Aşk dediğin böyle bir doğal güceniklik hâli ve gönül alma oyunundan ibaretmiş gibi. Böyle insanın içine içine bakan bir çift göz karşısında bir tokatın lafı mı olur canım? “Affet,” diyor adam. Kadın bir miktar dirense de, türküyü duyduğu anda zaten affetmiş oluyor. Öptüm, geçti.
“Müslüm” filminden bir sahne bu. Müslüm Gürses, kendisinden 20 yaş büyük, filmlerde görüp çocukluğundan beri aşık olduğu Muhterem Nur’la ‘kafası iyiyken’, kim olduğunu da bilmeden attığı bir tokatla tanışıyor ve devamında olaylar böyle gelişiyor. (Başka spoiler vermeyeceğim.)
Baştan sona uyandırdığı o acı/yoksunluk/esrime karışımı coşku kokteyli dahil ticari açıdan iyi planlanmış bir film bu. Eksiği de fazlası da çok ama etkileyici. Etkileyiciliğini öncelikle güçlü ‘duygusal’ malzemesinden ve temposundan alıyor. Timuçin Esen, Şahin Kendirci, Zerrin Tekindor başta, oyunculuklar da çok iyi.
Müslüm gibi bir figürün büyük kitleler için uzun zaman boyunca ‘baba’ olabilmesinin sosyolojik ve politik boyutları filmin kapsama alanının dışında. Esasen “Müslüm Baba” filmin adı, afişte baba küçük, Müslüm büyük yazılmış. Şenay Aydemir güzel yazısında filmi belli bir açıdan iyi anlatan bu seçimden de bahsetmiş. Fuat Şen’in yazısı da filmin içermediği bu arka planı, Müslüm Baba’nın kitleler üzerindeki etkisinin gerçek mahiyetini iyi anlatıyor.
Filmin meselesiyse tepeden tırnağa yaralı bir adamın değme melodrama taş çıkartan bir çocukluğu aşarak ulaştığı başarı hikâyesini ve bu aşkı en gümbür gümbür tondan anlatmak.
Filmin sonunda çeşitli hisler içinde buluyorsunuz kendinizi, öfke de var içinde çünkü hikâyede kadına şiddet var. Öyle bir aşk anlatılıyor ki kadının yerinde olmayı istemek, düşününce mümkün değil. İnsanı kendi iradesine rağmen sarıp sarmalayan, sürükleyip dünyadan ayıran o büyük aşkın yine de/ ‘rağmen’ yer yer çekici gelebilmesi, kendinize de biraz kızmanıza neden oluyor.
Bebekliğimizden başlayarak bize anlatılan tüm masallarda bu var. Eş olmak, herhangi bir açıdan ‘eşsiz’ olmaktan daha önemli: Müslüm Baba olmak, Picasso olmak, dünyayı değiştirebilecek bir buluş yapmak, ciltlerce kitap yazmak değil, katlanılması ne denli güç biri olursa olsun ‘o’ adamın sevdiği kadın olmak. Bir büyük aşk hikâyesine yerleşmek…
Ama bu roller uzun zamandır aslında herkese dar ya da bol geliyor. Bu filmde anlatıldığı gibi, ana, kızkardeş, bacı, yoldaş ve ‘kadın’ olan o kadın, hepsinin bakiyesini yüklenerek o paramparça erkekliğin şiddetine maruz kalıyor. Kendi hayatına, ideallerine, hayallerine sahip çıktığındaysa yarattığı tehdit nedeniyle yine her tür şiddete maruz kalabiliyor.
Ne yapacağız peki? Bence kendimizi korumanın yollarını öğrenmek, bir büyük aşk hikâyesine yerleşmekten daha hayati. Gerisi, olduğu kadar, olmadığı da kader değil artık çok şükür.
Faili Müslüm Gürses de olsa, Yılmaz Güney de, Ahmet Kural da, erkek şiddetini onaylamak, yüceltmek çok tehlikeli.
Üç ömrü çökertecek travmayı 18’ine gelmeden yaşamış, annesi ve iki yaşındaki kız kardeşi babası tarafından gözlerinin önünde katledilmiş, geçirdiği büyük kaza nedeniyle kafasında bir plakayla yaşayan, suçluluk duygusu ve kabusların pençesinde, sadece alkol ve müzikle ayakta durabilen, buna rağmen bir tür dervişane tutumla iyiliği, bağışlamayı seçmiş Müslüm Gürses’le Ahmet Kural’ı her çeşit bağlamda aynı cümle içinde kullanamayız. Orada bir duralım. Ama şiddetin her türlüsü şiddettir, orada da bir duralım.
Müslüm Gürses’i Müslüm Baba yapan şeyde, bu kendisi zar zor ayakta dururken dünya nimetini elin tersiyle itebilme mertliğinde ‘arabesk’ denip geçilemeyecek bir yan var. İddiayla, kaba güçle değil bilakis eksiklikle, paramparçalıkla, tevazuyla tanımlanan bu ‘gerçek’ figürün baba gibi görülmesi, şimdilere uzanan felaket ‘duramayış’larıyla Gencebaylar’ın, İbolar’ın babalığından daha değerli ve anlamlı evet. Ama bunun kadınlara hiç faydası yok.
Yarası elbisemizle uyumlu, güzel bakan bir adamın eninde sonunda göğsüne bastırırken kıracağı sevdiceği olmanın şu veya bu nedenle dayak atan başka bir adamla olmaktan pek farkı yok çünkü. Dayağı romantize etmeyelim. Kimsenin doktoru, hemşiresi, bakıcısı da değiliz. Hayat yeterince zor.
Müslüm Gürses pek çok açıdan özel bir adamdır, beraber olduğu kadını defalarca dövmüştür.
Ahmet Kural o kadar özel bir adam değil ve beraber olduğu kadını dövdü. Amasız, mamasız, elimizdeki veriler bunlar.
Ahmet Kural’ın berbat ilk açıklamasını Müslüm filminden çıkınca gördüm. Olayın çok fazla boyutu var. Öncelikle, filmin de gündeme getirdiği, ‘her şeyin sorumlusu arabesk’ noktasına değineyim. Öyle olsaydı keşke, kaçınmak daha kolay olurdu. Evet aşkı acıyla ve şiddetle birleştiren, anne baba meselelerinden bastırılmış cinselliğe çıfıt çarşısı feodal erkekliğin verdiği hasar büyük. Bundan beslenerek afili yazılara, günümüz barlarına akan o bıçkın damarın da. Ama dert bundan ibaret değil.
‘Yüksek yüksek’ kültür mensubu adamlardaki alçaklık oranı hiç de az değil. Profesörler, opera dinleyip en iyi şarapları içen adamlar, plaza fatihleri, sosyalistler, her kesimden her tür adam hayatındaki kadını dövebiliyor. Tüm dünyada böyle bu üstelik.
“Her erkek dövebilir, döver,” demek değil elbette bu, net bir sınıfsal/ eğitimsel ayrımdan söz etmek mümkün değil, sorun daha derin demek... Şiddeti aşkla, geçmişle, birtakım politik ve sanatsal değerlerle, şununla bununla romantize etmeyi bırakmak gerekiyor.
Müslüm’ün kafasında plaka, çıkınında bir travmalar koleksiyonu vardı. Ekranlara adım attığı andan itibaren her konuda şansı yaver gitmiş Ahmet Kural’ın derdi ne? Ayrıca derdinden bize ne ya?
O meşhur fotoğraftaki bakış şimdi bana sevgi mevgi değil, güzel bir resme yerleşme arzusu gibi görünüyor. Hayatındaki kadını 45 dakika, sürükleyerek, kül tablasıyla vurarak, kolunu bacağını morartarak dövmüş. Tanıklar var, fotoğraflar var. Sıla gibi bir kadın, herhangi bir kadın, erkeğe değil her zaman kadına daha çok zarar verebilecek bir konuda ne diye yalan söylesin? O son derece dürüst açıklamayı okuyup da şüphe duyanın muhakemesinden şüphe duymak lazım.
Sıla’nın seçimi, kadınların şiddet potansiyeli yüksek, arıza adamları, güç, statü, çekicilik vb. sebeplerle seçmesi de çok konuşuluyor bu meselede. Doğru erkeği seçmek, insanları iyi tanımak dahil herhangi bir nitelikçe garanti altına alınabilen bir şey değil. Kurbanı suçlama refleksi, bu gibi olayları değerlendirirken fırlatıp atmamız gereken ilk şey. Kimse yanlış birini seçtiği için suçlu değildir. Şiddete başvuran, suçludur.
Mitlere aldanmayalım. Sevgiyle bakan adamlar da tehlikeli olabilir. Sana senin terbiyenle saldıran, üstüne hayatını kurduğun bazı değerleri bir çırpıda ezip geçen kişi, ortada fiziksel şiddet olmasa da, tahripkâr olabilir. Bugün şiddetle kalbini, yarın bir başka yerini kırabilir. Hikâyenin büyüsünden de, o adamdan da kurtulmak gerekir.
Hepimiz hata yapabiliyoruz. Yaşayan, cüret eden, adım atan, zaman zaman yanılır ve incinir. Atlatır, mümkünse bir miktar ders alır, devam ederiz. Bize yapılan, bizi tanımlamaz.
Bir önceki yazımda Efecan Şenolsun’un taciz ifşasına verdiği tepkiyi anlatırken “hep mi aynı şey olur ya…” demiştim. Ahmet Kural ortada o kadar kanıt varken zeytinyağı gibi üste çıktığı pişkin ilk açıklamasında beterini yaptı. Onca tepki üstüne gelen ikinci açıklamada ise, daha beterini.
Mecburiyetten yapıldığı pek belli bu samimiyetsiz açıklama “bir anlatsam…” tarzı imalarla dolu. Sözde özür dilerken bir yandan erzihinleri okşuyor, şiddeti erkeğin hakkı gören çarpık zihniyete birlikte olduğu kadına dair malzeme sunuyor. Apaçık yazmaktan beter bu riyakar tavır. Evet pek çok kadın şiddete maruz kaldığında bu nedenle de susuyor. Karşısındaki adamın kuyruğu iyice sıkışınca daha da çirkefleşip özel hayata dair detayları yalan yanlış ifşa edebileceğini bildiği için.
Sıla susmadı. Toplumca omzuna yüklemelere doyamadığımız tüm sıfatlarıyla o güçlü, dimdik kadın, ondan beklenebilecek şeyi yaptı: Bize yarasını gösterdi. Önünü sonunu hesap ederek değil, gereken bu olduğu için. En az kendisi kadar bu deneyime maruz kalmış ya da kalabilecek başka kadınları da düşünerek.
Şiddet gören kadınlar artık susmayacak. Elbette Ayşe Düzkan’ın da vurguladığı gibi, Sıla’nın yanında, Ahmet Kural’ın karşısındayız. Bu konuda yükselen sesler, işe de yarıyor. Olay üzerine Sıla’ya gelen yoğun desteğin de katkısıyla Yapı Kredi Ahmet Kural’la çalışmaya son verdi mesela.
Aşktan da, kendimiz olmaktan da, kendimizi korumaktan da vazgeçmeyeceğiz. “Bu iki kişilik bir maç, buyur yalnız başına oyna o zaman,” diyeceğiz. Mağdurun yanında olmayı ve kadınlar olarak kendimizi sevmeyi öğreneceğiz. Herkes de insan gibi sevmeyi öğrenecek. Adam gibi, kadın gibi, aslan, kaplan, çiçek, böcek gibi değil, insan gibi.