Bu metni 2013’te yazmıştım. Müslüm Gürses hasta yatağındaydı. Bir dizi mektup yazılmıştı, bu onlardan biriydi. Sonra “Baba”, Hakk’a yürüdü. Bugün gördüm ki, hayatı film oluyormuş. Bilvesile, bu mektubu hatırladım. Hatırlayınca da tekrar yaymak istedim. Arz ederim.
Pek sevgili Müslüm Babacığım,
Şimdi sana bu mektubu yazmaya oturduğumda, öz babama hiç mektup yazmadığımı fark ettim. Doğru, benim kuşağım zaten çok mektup yazmadı birbirine, kalem kâğıtla tam alaka kuruyorduk ki zırt diye bilgisayarlar girdi hayatımıza, sonrası tufan zaten. Anneme mektup yazdım ama. Birinde onu ağlattığımı da çok iyi biliyorum. Alındığı, kırıldığı bazı dizeler yazmıştım mektuba, memleketin güneyinde bir kentteydim. Yaz ayıydı, devrim yapacaktık ve ben çok terliyordum.
Aklımın ermeye başladığı zamanlarda, bizim evde iki eğilim baş gösterdi. Halen hatırlıyor olduğum için bana kızacak ama annem sıkı bir Ferdiciydi çocukluğumda. Ben, çok biliyormuşum gibi siyasi müktesebatımın tahminî zorlaması altındaydım ve Ahmet Kaya dinliyordum. Babam da habire “Sıla Geceleri”nden söz ediyordu. Aslında şöyle anlatmalıyım; özel radyolar kurulunca bizim orada iki tane radyo açıldı. Ben ilkokuldaydım, siyah önlükler henüz değişmişti ve radyolardan birinde “Yalnız Değilsiniz” diye bir program yapılıyordu. Evet, Orhan Abi’nin o şarkısından mülhemdi adı. Konuyu dağıtıyorum ama sanki sen ne kadar “Baba”ysan, Orhan Gencebay o kadar “Abi”, Ferdi Tayfur da kendi adıyla “Ferdi”. Velhasıl, telefon numarası halen ezberimde olan o radyonun “Yalnız Değilsiniz” programına insanlar telefonla bağlanıyor ve kendi adları haricinde, bir “rumuz”la konuşuyordu. Bir süre sonra orada da bir “rumuz komünitesi” oluşabilmişti mesela ve ben çok küçüktüm. Rumuz kelimesinin hayatıma girdiği o günlerde, kendime yakıştırdığım ismi söylemeyeyim Babacığım, hasta yatağında kahkaha atmak belki de iyi gelmiyordur sana. Ben hep aynı şarkıları isterdim, bazan babam “Oğlum Sıla Geceleri çalsınlar biraz,” derdi, ben de biraz utanırdım babamın bu isteğinden ne yalan diyeyim. Bir şeyi yanlış hatırladığını vehmeder, sanki onun bu isteğini karşıdakilere iletirsem, onun yerine de utanacakmışım gibi hissederdim. Cahillik işte. Beyaz, kablosuz telefonlardan vardı evimizde, ben ondan da “başka bir sınıfın eşyası bu” diye için için utanırdım ve “canlı yayın”a bağlandıysam evin kuytusuna bir yere giderdim. Bir defasında mutfakta, nasıl olduysa maaile oturuyorken telefon düştü ve babamın sesi duyuldu radyocular tarafından. Sonradan erken yaşta ölecek Hasan Abi, -ki babamı tanırdı zaten o küçücük yerde- “Hocam tabii ki çalarız ama kimden çalacağız?” dedi. Kasabanın en eski öğretmenlerinden biri olan babam artık o beyaz telsiz telefonu eline almıştı ve ben tepeden tırnağa uyuşmuştum. “Allah’ım,” demiştim içimden, “aylardır ismimi söylemeden katıldığım programdaki kimliğim iyice deşifre oldu artık ve babam kim bilir nasıl garip bir şey istedi adamlardan. Ben rezil oldum…” Kızma bana Müslüm Baba, cahildim işte. Dünyanın rengine kanmama bile daha çok vakit vardı, sen anla artık. Biraz konuştular, kulağım uğulduyor muydu yanıyor muydu artık hatırlamıyorum. Kesin olan, konuştuklarını hiç duymadım. Sonra ben aldım beyaz telefonu tekrar, bir daha için için mahcup oldum ve kekeleye kekeleye –babam da kekeler çok utanınca Babacığım- bir şeyler diyerek kapadım telefonu. Babama hiç bakmadım, ağlamaklıydım, birazdan çok saçma bir şey çalacaktı radyoda ve ben bu defa iki kişinin yerine utanacaktım. Derken başladı türkü. Nasıl güzel, nasıl makamlı, nasıl şahane başladı anlatamam sana. Anlatamam da neymiş? Sana anlatamayacağım da kime anlatacağım? O gazelin en “acayip” icralarından biri, biri de değil aslında, o iki şahane icrasından biri zaten senin değil mi ki? Babam doğru diyormuş da, ben kaba etimden anlıyormuşum. “Sıra Gecesi” tabii ki kastettiği ve istediği türkü de “Hüsnün Senin Ey Dilber Nâdide Kamer mi?” Babamdan utanacağımı vehmettiğim şeye bakar mısın Müslüm Babacığım? De haydi o hasta yatağından kafanı uzat da bak şu evladının saçmasapan utancına. Urfalı üstat Mukim Tahir icrasıydı o çalan, Urfalı Abdi’nin o muhteşem gazeli. Yüzyıl geçecek, ben utana sıkıla seni dinlediğimi söylediğim zamanlarda tesadüf edeceğim senin icrana. Ve bütün o utanç, bütün o babam, bütün o memleket hücum edecek. Ah, diyeceğim. Yahu diyeceğim. Ah diyeceğim. Aradan binyıl daha geçecek, ben eski edebiyat denen şeyle bir miktar uğraşacağım ve “gazel”e dair hususi şeyler merak edeceğim. Ama içimin en içinde Mukim Tahir’in söylediği o Abdi gazeli çınlayıp duracak: “Gördükçe seni tazelenir sanki hayatım/ Sensiz bana bu cân ü cihan zerre değer mi”. Babacığım, sensiz bize bu cân ü cihan zerre değmiyor daha. Acele etmesen, daha dursan?
Pek kıymetli Müslüm Babacığım,
Telsiz telefonumuz bir ev taşınmasında kayboluverdi sonra. Babam öğretmenliğe devam etti, annem Ferdicilikten istifa etti, ben neler neler dinledim. Okul okumaya İstanbul’a gittim, yetmedi bir de Ankara’ya gittim. Seni dinlemenin hâlâ ayıp sayıldığı zamanlardı benim için. Öğretmenlerden yana bahtım hep ışıklıydı çok şükür ama asıl talebeliğini yaptığım bir “Cuma masası” var ki, bahsi uzun anısı derin kendi mühim. Bir öğle sonrası, Tavukçu’da o masanın etrafındayız tespih taneleri gibi. Masada affedersin rakı da var Babacığım –öz babam çok güzel rakı içer ve seni kesin izlemiştir, şimdi arayıp sormayacağım-. Talebeliğine talip olduğum büyüklerimden birinin eşi dostu da geliyor masaya, bir anda kalabalıklaşıyoruz. Artık akşamüstünün serinliği var dünyada, ben askere gideceğim birkaç ay sonra, dünyanın bütün yükü sırtımda, yüzümde sanki. Bir şekilde müzik terennüm ediliyor, çoğumuz kötü sesliyiz ama nasıl denir, ciğeri rakıya kavlince yatırdığımızdan “güzel” söylüyoruz söylediğimizi. Tavukçu’nun bahçesinde koca bir masa, etrafta kimsecikler yok, Ankara’nın o ağırbaşlı gürültüsü bile uzakta kalmış. Derken, masaya misafir olarak gelmiş biri “Siz sevmezsiniz ama…” diyerek başlıyor. Büyüklerim benim kadar kaba değil, “Lütfen söyleyin,” diyor içlerinden biri. Güneş çekilmeye yakın, havanın karanlığı ince ince düşüyor Tavukçu’ya, ben askere gideceğim, daha dertli kimseyi tanımıyorum ve herkesin yaşadığı her şeye özeniyorum. Çünkü askere gideceğim. Çünkü çok dertliyim. Çünkü Ankara’da o Cuma masalarını çok özleyeceğim. Başlıyor kız ince ince, kibarca. “Lan!” diye geçiyor içimden. Biraz kaba olduğumu söylemiştim Babacığım, bağışla. “Lan bu ne güzel ses.” Askerde, zor günlerde önce Konyalı Emre’ye, sonra Diyarbekirli Emrah’a sık sık söyleteceğim o şarkı, “Aldanma çocuksu mahsun yüzüne/ Mutlaka terk edip gidecek bir gün” dediğin o şarkı.
Pek sevgili Müslüm Babacığım,
Sonradan seni dinlemek ayıp olmaktan çıktı. Biz seni sevenler mesut olduk. İçin için gülümsedik, “Bir gün anlayacaktınız, işte anladınız” demiş olmalıyız bolca. Kadir kıymet bilen bir kuşak sayılmayız biz. Ama kadrini bildiğimiz birkaç isimden biri oldun sen. Bilmeye talip olduğumuz. Gitmek için sen de bu kadar acele etmesen, olmaz mı? Belki bir gün babamla seni dinleriz, sen bize o gazeli okursun, ben bir daha mahcup olurum. Ah gitme de, yahu mahcup olalım biz Babacığım.
Ardından belki resmini asarız işlek yerlerine kentin. Cuma masalarından kalkıp dünyayı değiştirmeye koşarız beraberce.
Ellerinden hürmetle öperim.
Bir evladın.