Akdeniz’e kıyısı olan ülkelere seyahat ettiğimizde tanık
olduğumuz benzerlikleri fazla düşünmeden denizin kendisine
bağlarız. Ancak ‘Akdeniz’ dendiğinde insanların kafasında canlanan
öğeler değişiklik gösterebiliyor. Yeme, içme, mimari, mizah,
kültürel kodlar ya da davranış biçimleri gerçek bir ortaklığa
işaret ederken beyaz elbiseler, hasır şapkalar ve Santorini’yi
andıran zarif bir yerleşim görüntüsü genellikle bir turistin
gözündeki ‘Akdeniz’ algısı olarak kafa karıştırıyor.
‘Turistik Akdeniz’e sahip olmadığımız sürece ‘Akdeniz kültürü’
dediğimizde yanlış bir yakıştırma yapmış sayılmayız. Fakat kolaya
kaçmış olabiliriz. Zira bizi bize benzeten şeyler belki Akdeniz
kazanında kaynıyor ancak sadece bu kazandan beslenmiyor.
Mesela İspanya’nın Portekiz ile paylaştığı İberya Yarımadası,
bizim için Akdeniz’in en uzak ucu anlamına geliyor. Ancak bu iki
memleket, fiili uzaklığa rağmen ilginç derecede benzer bir tarihi
seyre sahip. Birbirlerine yakın tarihlerde yükselip, gerileyen
imparatorluklar, Batıyla kurulan hayranlık ve nefretin karıştığı
ilişkiler, dünyadaki kimi gelişmeleri geriden takip etmenin
yarattığı kontrastlar, geçmişin gölgesinden kaçma üzerine kurulu
ulusal tarih anlatılarının bina ediliş şekli…
Tüm bunları ve çok daha fazlasını anlayabilmek için İspanya
tarihinin kalbine, Endülüs bölgesine seyahat etmek gerekiyor. Bu
doğrultuda ileriki günlerde Endülüs’ün iki önemli kentini, Kordoba
ve Granada’yı konuşacağız. Ancak kentlerin dününe ve bugününe bir
seyahate çıkmadan önce Endülüs’ün tarihine ve kültürüne bir giriş
yapmak, yolumuzu açacaktır.
ENDÜLÜS ‘ARAP’ MI DEMELİ?
Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, İspanya’da da kentlerin, dağların
ya da nehirlerin isimlerini incelemek, keyifli olduğu kadar bize
eski kapılarının anahtarlarını verir. İspanya’da yer isimlerini
biraz kazıdığınızda yerli İberya halklarından Fenike, Yunan ve
Kartaca kolonilerine, Latinceden Arapçaya kadar geniş bir yelpaze
ile karşılaşıyorsunuz. Fakat işin en eğlenceli kısmı, çeşitli
dilden ve halktan gelen etkilerin kesiştiği anlar. Mesela
İspanya’nın güneyindeki Endülüs (Andalucia) bölgesini ele
alalım. Hep Arap medeniyetiyle bağdaştırdığımız ‘Endülüs’ adı,
bambaşka bir kökenden geliyor: ‘Vandalesya’ yani Vandallar ülkesi.
Hun akını önünde buralara göçen, yeni gelenlerin baskısıyla Kuzey
Afrika’ya geçmeden önce uzun bir süre İberya’da yerleşen Germen
halkı(1).
Böylece Müslüman İspanya tarihinin kıyılarına ulaşıyoruz. Fakat
pek çok doğru bilinen yanlışa ev sahipliği yapan Endülüs’ü doğru
tanıyabilmek adına bildiklerimizi süzgeçten geçirmemiz gerekebilir.
Aslına bakarsanız işin en ilginci Müslümanların İberya topraklarına
oldukça kısa bir süre içerisinde ulaşmış olup, uzun bir süre varlık
göstermeleridir. Dönemin Kuzey Batı Afrika’nın valisinin Berberi
asıllı azatlı kölesi Tarık bin Ziyad komutasındaki birliklerin,
bugün kendi ismiyle anılan Cebelitarık (Arapça: Tarık’ın Dağı)
boğazını geçtiği 711 yılından Granada Sultanlığı’nın yıkıldığı
1492’ye kadar arada neredeyse 9 yüzyıllık bir süre var. Ancak bu
zaman aralığını ‘Arap fethi’ olarak değerlendirmek ya da
yaşananları ‘Müslümanlarla Hıristiyanların din savaşları’ olarak
görmek mümkün değil.
Her ne kadar İberya’nın Müslüman ilk fatihlerinin önemli bir
kısmı bariz bir şekilde ‘Arap’ kavimlerinden geliyor olsa da gerek
Kuzey Afrika’nın Berberi halkları, gerekse Müslümanlaşan İberya
yerlilerinin çoğunluğu, Müslüman İspanya tarihinden bahsederken
‘Arap’ kelimesini temkinli bir şekilde kullanmayı gerektiriyor.
Granada Sultanlığı sayılmazsa eğer Endülüs’e egemen son iki
krallığın (Murabıtlar ve Muvahhidler) Afrika kökenli oluşu da
hesaba katıldığında ‘Arap’ yerine ‘Müslüman İspanya’ demek daha
kapsayıcı olacaktır.
Bunun tek nedeni krallıkların kökenleri değil, toplum için de
aynı şeyi söyleyebiliriz. Endülüs idari yapısının İberya’da
yerleşmesiyle birlikte yeni bazı toplumsal grup isimleri ortaya
çıkar: İspanyol Müslümanlara verilen ‘müvelledün’ ya da kendi
dinlerini koruyan Hıristiyanlara verilen ‘Araplaşmış’ anlamını
taşıyan ‘müstaribler’ (mozaraplar) gibi tanımlar örnek verilebilir.
Ancak yıllar içerisinde kimin atasının Endülüs’e Müslüman geldiği,
kiminse din değiştirerek Müslüman olduğu anlaşılamaz bir hal alır.
Ki bu durum, tek bir halka mal edilemeyecek bir çeşitlilik sunar.
Halklar ve inanç grupları arasındaki bazı farkların belirsizleşmeye
-ya da önemsizleşmeye- başlamasıyla birlikte özgün bir ‘Endülüs’
kültürü ortaya çıkar.
Bunun en güzel örneklerinden biri dildir. Mozarapça olarak
bilinen dil, İspanyolcanın yoğun Arapça etkisi altında gelişmesiyle
oluşur. Endülüs’te konuşulan Mozarapça, Arap alfabesi
kullanılmasına karşın bir Latin dilidir.
Elbette o dönem ciddi bir prestije sahip Arap kültürü Endülüs’ü
ve hatta çevresindeki diğer halkları pek çok açıdan etkilemiştir.
Ancak İberya ya da Afrika kökenli diğer kültürlerin etkilerini göz
ardı etmemek adına ‘Müslüman İspanya’ gibi daha kapsayıcı
kavramları kullanmak daha sağlıklı olacaktır.
HEP DİNLER SAVAŞI MI?
Endülüs tarihine dair yanlış yaklaşımların bir tanesi de daima
‘dinler çatışması’ merceğini kullanmak. Yüzlerce yıllık bir tarihi
bu kadar basit bir motivasyona indirgemek mümkün değil. İşin
ilginci bu yaklaşımı çürütecek onlarca veri olmasına karşın,
‘dinler çatışması’ argümanının bugünün hâkim tarih anlatısında hâlâ
geçer akçe oluşudur.
Kuşkusuz din, toplumsal kodlardan bir tanesidir ve bu meseleye
toplumlar farklı zamanlarda farklı yaklaşımlar geliştirmiştir.
Dolayısıyla elbette bir kültürü ve halkı tanımada kritik öneme
sahiptir. Ancak tarihi incelerken ‘tek’ ve ‘değişmez’ motivasyon
ilan edemeyiz. Hele ki egemenlerin sınıfsal çıkarları çoğu zaman
‘dinin’ önüne geçerken.
İspanya tarihi, bize bunun güzel bir örneğini sunar. Endülüs’te
siyasi birliğin dağılmasıyla başlayan ve Anadolu tarihindeki
beylikleri andıran Tavaif-i Mülûk (las taifas/tayfalar) döneminde,
Hıristiyan krallıklarla kurulan ilişkilerin tek düzeyde işlemediği
görülüyor. Krallıklar/beylikler dönem dönem Hıristiyan
hükümdarlara, dönem dönem Müslüman hükümdarlara vergi vererek
onların otoritesini tanır, birinin ya da ötekinin yanında savaşa
girer. Örneğin 1248 yılında Sevilla’yı kuşatan III. Fernando’nun
yanında Granada merkezli Nasri Sultanlığı’ndan Sultan İbnül Ahmer
de vardır. Küçük bir bölgeye hâkim Granada Emirliği, Kuzey Afrikalı
güçler ile İspanya arasında kurduğu diplomatik denge sayesinde
birkaç yüzyıl daha varlığını sürdürecektir.
15. yüzyılda, Aragon ve Kastilya-Leon krallıkları arasında
yapılan meşhur evlilikle birlikte İspanya’nın fiili temelleri
atılır. Bu tarihler aynı zamanda Yahudilerin ve Müslümanların
İberya’dan sürülmesini beraberinde getirir. Böylece İspanya
tarihinde ‘Reconquista’ (Yeniden Fetih) olarak bilinen ve ilerleyen
yüzyıllarda ulusal tarih yazımında kilit rolün atfedileceği dönem
tamamlanmış olur.
Tüm bunlar bize ‘fanatik’ bir hattın tarihin bir aşamasında
benimsendiğini gösteriyor. Öyle ki Hıristiyan olmayanlara sunulan
‘ya sürgün, ya din değiştirme’ seçeneği dahi yeterli olmaz. Morisco
olarak adlandırılan ve Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçen nüfus
dahi hoş karşılanmaz, takiye yapmakla suçlanır. Nihayet bazı
ayaklanmaların ardından ciddi bir Morisco nüfusu da sürgüne
yollanır. (Morisco’ların hikayesini ileriki yazılarda
anlatacağız.)
Ancak madalyonun bir de diğer yüzü var. Unutulmamalı ki Katolik
krallıkların tutumu her zaman aşırılıkçı olmamıştır, öncesinde uzun
soluklu bir hoşgörü dönemi İberya’ya hakimdir. Yani Müslümanların,
hiçbir zaman Hıristiyanların hakimiyetinde olmadığını söyleyemeyiz.
Örneğin Müslümanların Toledo’yu (Tuleytula) 1085’te kaybetmesiyle
birlikte çok sayıda Müslüman sanatkâr orada kalır, ayrıca
aralarında bazı alimler de vardır. Kaldı ki İslam bilim ve
felsefesinin Avrupa’ya taşınmasında bu kişiler önemli rol oynar.
Müslüman hâkimiyetinin sadece Granada ile sınırlandığı 1248’den
sonrası için de benzer bir yorum yapabiliriz. Hıristiyanlar Aragon
ve Valensiya ahalisinin oldukça az bir kısmını oluştururken
Endülüslü yeni eyalet Kastilya’nın nüfusunun çoğunluğunu
Müslümanlar oluşturur.
Daha somut bir örnek vererek bağlayalım: 9. yüzyılda Kuzey’deki
sınır bölgesinde yaşayan Musa bin Musa ibnül-Kasi ailesinin, aynı
dönemde Pamplona (Benblüne) civarında Navarre Krallığı’nı kuran
aileyle hısım ve akrabalık bağları vardır. Gerçekte bu olgu
görmezden gelinemeyecek bu krallığın büyümesine önemli katkıda
bulunmuştur. Muhtemelen bu husus, Frank feodal yapılarının
yaygınlık kazanmasıyla yakından alakalıdır. Çünkü feodalizm kişinin
efendisine karşı sorumluluklarına o derece önem atfetiyordu ki,
onun dini tamamen önemsiz kalıyordu. İnsanların rahatça din
değiştirdiği veya başka bir dinin önderine bağlılık yemini ettiği
bu dönemdeki pek çok vaka, 9. yüzyıl savaşlarına esasen iki din
arasındaki mücadeleler olarak bakılmadığını
göstermektedir.(2)
BİZE NE ÇIKAR?
Müslüman İspanya tarihine Granada, Kordoba ve moriscoları
konuşacağımız yazılarda rastlamaya devam edeceğiz. Bugün son bir
soruyu kendimize sorarak toparlayalım: Tüm bunlar bize, yani
dünyanın bu köşesinde yaşayanlara ne anlatıyor olabilir?
Elbette yüzlerce yıl öncesinden bahsediyoruz, köprülerin
altından çok sular akmış. Bugün ile geçmiş arasında doğrudan büyük
bağlar kurmak mümkün olmadığı gibi tehlikeli de olacaktır. Fakat
bahsettiğimiz yıllardan çok daha yeni olan ulusal tarih yazımını
incelemek hatta karşılaştırmak, mümkün ve gereklidir.
Her iki coğrafyanın da geçmişi bize sonraki yüzyıllara dair
olguları geçmişe mal edemeyeceğimizi öğretir. Reconquista döneminde
Hıristiyan krallıkların Müslüman İspanya’yı tarih sahnesinden
sildiği bir gerçek. Ancak Müslüman İspanya’nın kültürel, sembolik
ve maddi değerlerini bir çırpıda sildiklerini söylemek mümkün
değil, aksine yaşanan tüm gelişmelere rağmen çoğunu
benimsediklerini gözlemliyoruz.
Anadolu’nun tarihinde benzeri bir durumla karşılaşıyoruz.
Konstantinopolis’in Osmanlıların eline geçmesiyle birlikte Fatih
Sultan Mehmet’in ‘Roma’nın Sezarı’ yani ‘Kayser-i Rum’ unvanını
aldığı biliniyor. Sadece unvan gibi sembolik değerler değil;
Roma’nın idari, kültürel, sanatsal değerleri de belli bir süzgeçten
geçirilip benimsenir. Ancak ulusal tarih yazımı ile son yüzyıllarda
İspanya’da -tıpkı Türkiye’de olduğu gibi- geçmişe farklı bir şekil
vermeye yelteniliyor. Bir tarafta ‘Arap işgalcilere karşı verilen
kutsal savaş’ İspanyol kimliğinin köşe taşı olarak işlenirken,
diğer tarafta Cüneyt Arkın’lar, Diriliş Ertuğrul’lar gerçekle
uzaktan yakından alakası olmayan bir tarihi yaratır. (Hikâyenin
Anadolu ayağını daha önce konuşmuştuk, o nedenle
burada bırakabiliriz).
Tıpkı aynada yansımaların ters görünmesi gibi İspanya ve
Türkiye’de ‘resmi tarihin’ izleği birbirine ters yönden benziyor
diyebiliriz. Şüphesiz her iki ülkenin de modernleşme sürecini
gücünü kaybetmiş yaşlı imparatorluklar üzerinde yaşamış oluşu
benzer anlatıyı güçlendirmiştir. Ancak asıl mesele yansımanın ters
de olsa uyumudur.
Peki karşılaştığımız yansıma Akdeniz’den mi kaynaklanıyor diye
tekrar soracak olursak eğer bir alıntıyla yanıt verebiliriz. Gül
Işık, İspanya: Bir Başka Avrupa kitabında bu konuyu
“Bizimle bir benzerlikleri varsa, bizimki kadar tartışma götüren
‘Akdenizlilik’lerinden gelmiyor o, başka bir yerden, Doğu ile
Batı’nın çetin birlikteliğinden
geliyor"(3) sözleriyle özetliyor. Hoş, bu
birliktelik çoğu zaman Akdenizlilik dediğimiz üst başlığa da içkin
görülebilir. Uzun yıllardır aynı denizin çevresinde birbirleriyle
daima etkileşim içinde olan insanların bulunduğu bir coğrafyadan
bahsediyoruz ne de olsa.
Öyle ya da böyle, adı her ne olursa olsun karşılaştığımız
yansıma nedeniyle İspanya tarihini incelemek bizim için daha
öğreticidir. Ulusal tarih anlatıları deşifre oldukça Akdeniz kazanı
daha da kaynayacaktır.
NOTLAR:
(1) Başka Kentler, Başka Denizler – Murat Belge
(İletişim Yayınları), s. 280
(2) Endülüs Tarihi, W. Montomery Watt-Pierre
Cachia, Küre Yayınları, s. 43
(3) İspanya: Bir Başka Avrupa, Gül Işık,
Metis Yayınları, s. 21