“Ev’in sahibi var” demişti Abdulmuttalip. Peygamberimizin doğumundan önceki yıllarda ve üstelik doğrudan Kâbe’yi yıkmak için ordularının başında gelen Ebrehe’ye hitaben. Hz. Muhammed’in dedesi Abdulmuttalip, Kureyş’in önemli şahsiyetlerinden, Kâbe’nin yönetim ve bakımından sorumlu olanlardan birisiydi üstelik bunu söylediğinde. Ancak yine de Ev’in (Beytullah, Allah’ın Evi, Kâbe) sahibi, evini korur demişti gönül rahatlığıyla. Çünkü Allah’a teslimiyeti bilen hanîf sorundandı. Allah’a inanmak O’na teslim olmaktır çünkü. Ve Abdulmuttalip bu sözü söylediğinde Kâbe’yi korumak, kurtarmak, anlaşma yapmak için değil ordusundaki askerlerin el koyduğu deve sürüsünü, Ebrehe’den geri almak için gitmişti. Mal canlısı olduğundan değil. Kâbe’ye ilişkin sorumluluğundan kaçtığı için değil. Tersine asıl sorumluluğunun Allah’ın kulunun hakkını yedirmemek olduğunu bildiği içindi o davranış. Çünkü Mekke halkının ona emanet ettiği develer vardı o sürüde. Kul hakkını korumak, emanete ihanet etmemekti onun asıl işi. Ebrehe bu “gafil” Kureyşliye epey güldü ama deve sürüsünü iade ettirdi, kendince “aymaz, gerçek tehlikeyi kavramaktan aciz” bulduğu adama. Abdulmuttalip sürüsünü teslim aldıktan sonra olanlar Fil Suresinde anlatılır. Bilirsiniz serçeden küçük bir kuş olarak tarif edilen ebabil kuşlarının o minicik gagalarında taşıyabildiği kadar ufak taşları üstlerine bırakıvermek suretiyle koca orduyu bozguna uğrattığını. O dönemin tankı veya en ağır silahı olarak kullanılan fillerin bulunduğu ordu, sadece Kâbe’yi değil, bugüne kıyasla o tarihlerde küçük bir kasaba ölçeğindeki Mekke şehrini halkıyla birlikte dümdüz edecek güçteydi. Ama “balçıktan pişirilmiş sert taşlar atan kuşlarla onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi kılıverdi.”
“(Allah) onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?” ayetini günde beş vakit namazlarda dillendirenlerin, Fil suresinin teslimiyet derinliğini kavramaktan uzak oluşu çok acı. İlâhî mesajı gönlüne, zihnine ve hayatının merkezine yerleştirmeyip, namazlarda tekbir ile selam arasına hapsedince böyle oluyor tabi. Kâbe resminin, şahmeran ve LGBTİ+ sembolü gökkuşağı ile kompozisyon oluşturduğu bir sanat eserini eleştirmek mümkün ve doğal. Beğenmeyebilirsiniz de. Bir ihtimal sanatsal ifadenin meramını anlamaya çalışmanız da mümkün. Ama bunların hiçbirisi yapılmayıp bir çırpıda “milletin ve ümmetin en önemli kutsallarından birine saldırı” algılamak hayli tuhaf. Allah aşkına söyleyin mübarekler, Kâbe resmi bizim kutsalımız mı? Biz Kâbe’nin içindeki putları deviren peygamberin bağlıları Kâbe’nin kendisini mi put edindik? Hatta kendisinin yanında resmini bile mi put edindik? Bırakın resmini fiziki mekan olarak Kabe binasının kendisi bile kutsal değildir. Kutsallık yani dokunulmazlık Ev’in manevi varlığı içindir. Binanın kendisi defalarca yıkılmış, yıpranmış ve onarılmıştır. Hani biz Müslümanlar, Muhammed’ü-l Emîn vasfını anlamak için Hacer’ü-l Esved’in tamirat sonrası yerine yerleştirilmesi tartışmasında, Hz. Muhammed’in henüz peygamber olmadan önceki yıllarında kabileler arasındaki soruna getirdiği barışçıl çözümü örnek veririz, değil mi? Defalarca birbirimize gösterdiğimiz bu örnekten o binanın onarıldığını, parçalarının çıkarılıp yerine konduğunu, bazılarının değiştirildiğini anlamıyor muyuz ki defalarca parçaları yenilenmiş binanın resmine kutsallık atfediyoruz? Yok efendim yere konmuş, ne var bunda? Evvelimiz toprak, ahirimiz toprak deriz ya demek ki toprak kötü bir şey değil. Yere konmuş olması kısmında bu kadar aşırı karşı çıkışı anlamıyorum. Yere oturup yer sofrasında yemek yerken Allah’ın nimetine hakaret mi etmiş oluyoruz. Çok uzattım ama özce şunu söyleyeyim ki resim kutsal değil, yere koymak hakaret değil resmi, sanatsal yönden eleştirmek serbest fakat terör iddiasıyla suç icat etmek kul hakkına girmektir. Ev’in Allah’ın emanında olduğunu bilerek kendi sorumluluğu olan kul hakkını önceleyen Abdulmuttalip’ten ibret alıp Fil suresinden ders çıkarmak zorundayız. O kul, o kullar kendilerini Allah’ın kulu olarak tanımlamasa bile inanlar olarak biz Allah’ın kulu olduklarını biliriz. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” sorusuna muhataplığımızı gözeterek kendi bildiğimiz doğrultusunda amel etmekle yükümlüyüz. “İnsanların en hayırlısı, insanlara/insanlığa faydalı olandır” denmiştir biliriz. Faydalı olunacak insanın “ney”liği ve “kim”liği hakkında sorgu sual yok bu ayette. İnsanlara faydalı olmak için bugün bu konu özelinde, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine zarar verilmesine, haklarının ihlal edilmesine, İslami söylemle kul hakkına girilmesine itiraz ile yükümlüyüz. LGBTİ+lar tarafından gerçekleştirilmiş olması, bu yükümlülüğümüzü ortadan kaldırmıyor tam tersine yapılan eylem onlara saldırının bahanesi olarak kullanıldığı için karşı çıkmak bizim sorumluluğumuz. Çünkü sadece peygamberimiz değil onun ümmeti olarak bizler de “hem sen nereden bileceksin ki?” sorusuna muhatabız. Evvelini ahirini bilemeyeceğimizin bilinciyle ve insan/kul hakkı bilgisiyle hareket edilmeli.
Hani derler ya bir mümin için imanını korumak en önemli iştir. İmanı şimdi devletin/devletlerin/devletlülerin beden politikasına indirgemesinden korumak gerekiyor. Biliyoruz ki dindar insanlar ve sivil toplum örgütleri Boğaziçi Üniversitesinde gerçekleştirilen sergiye dair herhangi bir itiraz sözü yükseltmeden önce ilkin devleti yönetenler sapkınlık dedi, azgın azınlık dedi sonra kurumlar açıklamalar yaptı ve emniyet harekete geçti. Dindarlar provoke olmadı yani devlet adamları provoke oldu ve kendi politik amaçları doğrultusunda dindarları harekete geçmeye çağırdı. Nitekim bir sivil toplum örgütünün ertesi gün yaptığı basın açıklaması verilmesini önerdiği tepkiyi, bakanın, valinin, emniyetin, Diyanet İşleri ve YÖK başkanlarının açıklamalarına metnin başında yer vererek olayı duyuruyordu, kamuoyuna. Devletlülerin tepkileriyle kışkırtmanın gerçekleştiği izlenimi edinmek pek yanlış görünmüyor bu durumda. Basın açıklaması anılan sergiyi sadece ifade hürriyeti kapsamında görmediğini kamu yöneticilerinin açıklamalarından yola çıkarak bir güvenlikçi devlet politikaları doğrultusunda anlatığı görülüyor. “Biz bu olayı, daha derinlerde ve arka planda daha başka provokasyonlar için bir hazırlık yapıldığının göstergesi olarak değerlendirilmekteyiz.” Gezi eylemlerine benzetilerek bir kadife devrim hazırlığı sayılıyor Boğaziçi Üniversitesi kayyım rektöre yönelik direnişler. Bir Melih Bulu bir başına koca ülkenin güvenliği açısından “büyük resmin” en önemli unsuru oluvermiş anlaşılan. Profesörün hakkında intihal iddiaları olmasaydı, kıymetinin nerelere yükseleceğini tahmin etmek bile istemiyorum. Ancak dikkat edilmeli ki sunulan bu gerekçelerin hiçbir yerinde dinden bahis yok. Sadece Ev’in resmi hakkında bir kışkırtma var. Kışkırtan kim? Orasını herkes kendisi hesap etsin. Ancak o derin hesapları gözetip tedbir almaya çağıran dindarlara söylemek lazım ki hesabın en derini, resmin en büyüğü Fil suresinde aşikar. Her namazda okurken jet hızınızı biraz düşürüp ağır ağır düşünerek okuyun derim.