Yurtseverlik, insan davranışlarını sadakat duygusu üzerinden
yönlendirir. Sadakatin gücüyse sadece çelişkili ilişkiler içinde
etkisini ortaya koyabilir. Bu yüzden yurtseverlik, kendi başına
varlığını sürdürebilecek bir şey değil. Varlığını hissedebilmek
için, onu diğer şeylerle rezonansa girdiği durumlar içinde
yakalamak gerekiyor. Türkiye’de yurtseverlik söylemlerine
baktığımızda, bu türden rezonanslar arasında en dikkat çekici
olanının İslam ile ilişkili olduğunu görüyoruz. Elbette bir arka
plan bilgisi olmadan bu ilişkiyi teşhis edebilmek kolay değil.
Çünkü arka plan, bir etkileşimin varlığına rağmen, örtük ve iç içe
geçmiş halde olan iki unsuru barındırıyor: Din ve millet. Yani biri
kadim ve ilahi olana, diğeri modern ve dünyevi olana ait olan iki
unsurun çelişkili bir alaşımı söz konusu.
Çelişkinin kaynağında Müslüman bireyin, on dokuzuncu yüzyıl
sonrasında, karşı karşıya kaldığı şu meydan okuma bulunuyor: Hem
bir ulus devlete sadık kalıp hem de böyle bir durum yokmuş gibi
ulus aşırı bir dini topluluğa bağlılık göstermek nasıl mümkün
olacak? Türkiye’de yurtseverlik ekseninde kurgulanmış söylemler
kadar İslamcı hareketlerin tarihsel davranışı da bu çelişkiye
verdikleri tepkinin niteliğine göre değişim gösterir. İslamcılığın
Türkiye serüveni gerek öğreti düzeyinde gerek siyasi davranış
düzeyinde dünyanın geri kalanında izlediği seyre göre büyük bir
farklılık arz eder. Bu farklılık, İslamcıların tarihsel açıdan
Türkleri İslam’ın öncü ve vurucu gücü, coğrafi açıdan da Türkiye’yi
“İslam yurdunun” kalpgâhı olarak kabul etmesinden ileri gelir.
Türkiye’de İslamcılık ve yurtseverlik arasındaki geçişlilikleri ve
dönüşümleri anlamanın yolu, düşünülmeden bırakılmış olan bu ön
kabulü düşünülür hale getirmekten ve dini görünümün ardındaki
etnik-merkezci çekirdeği görünür kılmaktan geçiyor.
Böylesi bir hamle için atacağımız ilk adım, bugünkü “yurt”
kavrayışını mümkün kılan mekân bilincinin, İslam’ın geleneksel
coğrafi tahayyülünden hangi hususlarda ayrıldığını belirlemek
olmalıdır. Modern bireyin kimliğinin gelişiminde, yani onun benlik
duygusunun inşasında “teritoryal fark” kurucu bir önem taşır. Bu
fark, insan gruplarının tek taraflı kararı veya uzlaşısı ile
toprağa çizilen sınırlarla temsil edilir. Ülke anlamındaki
teritoryal alan, bu sınırlar aracılığıyla görünürlük kazanır ve
üzerinde yaşayan nüfus için yurt haline gelir. Söz konusu dönüşüm,
teritoryal farkın insanlar için sadece üzerinde yaşadıkları
toprakların genişliğini belirleyen bir etmenden çok daha fazlasını
ifade ettiğini gösterir. Teritoryal fark, yerine göre içerisi ile
dışarısı, yabancı ve yerli, dost ve düşman gibi ayrımların tümünün
belirlenmesinde etkili olabilir. Bu yüzden, modern insanın aidiyet
duygusunun kaynaklarını ve bununla bağlantılı gelişen benlik
algısını, coğrafya ile kurduğu bu bilişsel ve duygusal bağın
gücünden bağımsız olarak anlamak mümkün değildir.
Ne var ki teritoryal fark iddiasının ileri sürüldüğü düzey,
İslam âleminin geleneksel coğrafi tahayyülünde böylesi bir aidiyet
bilincinin gelişeceği bir zemin oluşturmaz. Müslüman
coğrafyacıların veya seyyahların yarattıkları literatürde, “Bilad
el-İslam” (“İslam beldeleri”) dedikleri topraklar, özel bir
bilişsel çabanın veya yoğun bir duygusal yatırımın nesnesi olarak
karşımıza çıkmaz. Esasında bu türden yoğun bir duygusal bağ,
“kutsal topraklar” dışarıda tutulursa, hiçbir mekân için
hissedilmez. Coğrafyacıların eserlerinde veya seyyahların
kitaplarında, toprak üzerinde yaşayan insanların gelenek, âdet,
geçim tarzı, bilgi düzeyi ve tabii inanç sistemleri açısından sahip
oldukları farklara yönelik tutkulu bir ilgi kendini hissettirir.
Akdeniz kıyılarından Çin ve Hindistan’a uzanan coğrafyanın tek bir
inanç sisteminin ilkelerine indirgenemez olduğunun bilinci kendini
açıkça ortaya koyar.
Geleneksel coğrafi tahayyül, Müslüman bireyin aidiyet
referanslarının ve benlik algısının toprakla temellendirilmediğine
işaret ediyor Bir inananlar topluluğu olarak ümmetin birliğinin,
onların teritoryal dağılımından ve siyasi birliğinden bağımsız
olduğu düşünülmüştür. Yersiz yurtsuz bir topluğun mensubu olarak
Müslümanın ait olduğu topluluk, esasında yeryüzüne dağılmış
durumdadır. Bu yüzden teritoryal fark, Müslümanın yurdunun
sınırlarını göstermez, Müslüman olmayanlarla karşılaştığı her somut
mekânda göstermesi gereken davranışı düzenleyen bir ilkeyi
gösterir. Söz konusu ilke, günümüzün cihat kuramcıları tarafından
yeniden güncellik kazandırılan “dar al-İslam” ile “dar al-harb”
veya “dar al-küfr” ayrımına gönderme yapar. Ayrımın özünü din adına
savaşın yürütüleceği topraklarla diğerleri arasındaki farkı
belirlemek oluşturur. Bu bakımdan teritoryal fark, Müslümanların
yaşadığı toprakları, yani yurdunu diğerlerinden ayırmaz, onların
davranışlarının savaş ile barış hallerine göre değişim göstereceği
toprakların dağılımını belirler.
O halde, coğrafi tahayyülün İslami biçimini, esasen bir kimlik
unsuru olarak değil, jeopolitik stratejinin bir bileşeni olarak
görmek yerinde olur. Bu bağlamda, modern mekân bilinci ile İslami
gelenek arasındaki ilk önemli farkı, bir aidiyet referansı olarak
toprak üzerinde yaşayan nüfus karşısındaki kayıtsızlık, yani
niceliğe değil niteliğe yapılan vurgu oluşturur. Dar al-İslam,
bizde düşünüldüğü gibi, “nüfusun yüzde doksan dokuzu Müslüman” olan
bir mekân değildir, İslam’ın kurallarına uygun bir hayatın
yaşandığı toprak parçasıdır. Bu bakımdan, nüfusun az bir kısmının
Müslüman olduğu bir yer dar al-İslam iken, nüfusun çoğunluğunun
Müslüman olduğu bir yer pekâlâ dar al-harb olabilir. İkinci önemli
farkı ise, toprağın belirgin ve nispeten istikrarlı sayılabilecek
sınırlarla değil, esnek ve dinamik çizgilerle ayrılması oluşturur.
Bu açıdan, toprak siyasi değerini onun üzerinde yerleşik toplumun
kültür, dil ve değerleriyle donatılmış bir bütün olmaktan almaz,
ilişkide olduğu başka inanç topluluklarının özelliklerine göre
değişen dinamik bir yapı arz eder.
Ne var ki, bu niteliksel ve ilişkisel teritoryal mekân bilinci,
Batı modernliğiyle karşılaştığı noktada önemli dönüşümler yaşamak
zorunda kalmıştır. İslam toplumlarının önemli bir kısmının
modernlik deneyimleri, sömürgeleşme, sömürge olmaktan çıkış ve
bugün küreselleşme adını verdiğimiz süreçlerin etkisi altında
şekillenmiştir. Bu deneyimlerin, ulus devletlerin dünyasında bir
Müslüman olmanın anlamını sorgulamaya yol açtığı aşikardır. Birçok
Müslüman toplum, maruz kaldığı sömürgecilik deneyimlerinin
izdüşümlerine uygun olan bir teritoryal gerçekliği, pragmatik
nedenlerle de olsa, kabul etmiştir. Öyle ki, İslam toplumlarının
birliği veya İslam’ın kurallarına uygun bir toplumsal hayat inşa
edilmesi meselesi, sömürgeciliğe karşı verilecek bir yurtsever
mücadeleden bağımsız ele alınamaz hale gelmiştir. Aslında
“yurtların” bağımsızlaştırılması, tarihsel açıdan dini birliğin
sağlanacağı düzeyin ön koşulu olarak görülmüştür. Bağımsızlıkçı
hareketlerden bugüne kadar uzanan cihatçı hareketlerin içinde
devindiği sorun çerçevesini bu koşulların toplamı oluşturur.
Türkiye’de İslamcılığın gelişimini ayırt eden yan da burada
kendini ele verir. Kısa bir işgal süreci hariç, Osmanlı’nın
Türkiye’nin bugünkü topraklarını oluşturan kısmının bir
sömürgeleşme deneyimi yoktur ve olmamıştır. Bu yüzden Türkiye’de
İslamcılık, savunmacı ve bağımsızlıkçı coğrafi tahayyülün nesnesi
veya İslam birliğine giden yolda geçilecek bir evre olarak vatan
tahayyülüne sahip olmamıştır. Bir imparatorluk nostaljisi içinde
kabul edilen ve sunulan öğreti, hep İslam’ın teritoryalize edildiği
ve merkez olarak Türkiye, hatta İstanbul’un gösterildiği söylemler
üretmiştir. Türkiye’de İslamcılığın evrimini anlamak için, onun
dünyanın geri kalanında İslamcı akımların oluşturduğu entelektüel
çerçeve içine yerleştirmekten çok, tarihsel açıdan rakip olduğu
Osmanlıcılık veya Türkçülükle ilişki içinde ele almak gerekir.
Çünkü o da, tıpkı diğerleri gibi, Osmanlı-Türk devlet geleneğinin
bir dönemki resmi öğretisi olarak gelişen ve sonra uygulanabilirlik
koşullarına göre hep yeniden elden geçirilen bir öğretidir.
Tanzimat'la başlayıp Abdülhamid’e kadar uzanan siyasi
reformların ideolojik referansını Müslüman ve gayrimüslim
unsurların oluşturduğu bir bütün olarak Osmanlı’yı bir arada tutma
vaadini içeren Osmanlıcılık oluşturuyordu. Bu aşamada, Osmanlı’nın
hüküm sürdüğü topraklar, söz konusu topraklar üzerinde yaşayan
nüfus için “yurt” olarak yeniden tarif edilmeye çalışıldı. Ancak
sonra, bu projenin uygulanabilirliği kalmayınca, Müslüman unsuru
esas alan ve Osmanlı sınırları içinde ve dışında yaşayan
Müslümanların birliğini, “ittihad-ı İslam” siyaseti üzerinden
yürüten İslamcılık, devletin resmi ideolojisi olarak öne çıkmıştır.
Bu anlayış, Müslümanların koruyucusu ve çatısı olan tek devlet
olarak Osmanlı devleti ve onun topraklarının İslam dünyasının
merkezi olduğu iddiasından bağımsız düşünülemez. Bir sonraki
evrede, İslamcılığın uygulanabilir olmaktan çıkmasıyla hem devlet
hem de vatanın sınırları Türklüğün sınırlarına geri
çekilmiştir.
Sonuç olarak Türkiye’de ana akım İslamcı hareketlerin, küresel
İslamcı akımlarla olan etkileşiminde, İstanbul’un İslam'ın merkezi
ve Türklerin İslam’ın kılıcı olduğu yönündeki iddia, hep merkezi
bir gerilim unsuru olagelmiştir. Durumu bu açıdan ele aldığımızda,
İslamcılığın Türkiye’deki ana meselesinin, her zaman kendi
etnik-merkezci konumunu ve öncülük iddialarını diğer Müslümanlara
kabul ettirme etrafında şekillendiğini söyleyebiliriz. Din ve
millet, ezan ve bayrak gibi terkiplerin çözüm bulmaya çalıştığı
mesele de budur. Çözümlerin başarısı, yurtseverlik söylemlerini ne
ölçüde İslami bir anlayışla veya tersinden söylenecek olursa,
İslami söylemlerini ne ölçüde yurtseverlikle bağdaştırabileceğine
bağlı olmuştur. Uzun sözün kısası, bugüne kadar İslamcılığın
hakikatini yurtseverlik oluşturmuştur.