Mustafa Çevikdoğan: Zenginler Hulusi Kentmen, çaycılar Hüseyin değil!

Mustafa Çevikdoğan'ın ilk öykü kitabı “Temiz Kağıdı” Can Yayınları aracılığı ile okurlarla buluştu. Sohbet ettiğimiz Çevikdoğan, "Bütün zenginleri Hulusi Kentmen, bütün çaycıları Çaycı Hüseyin zannediyoruz. Oysa insanlar değişiyor. Siyasi gerçeklerle karşılaşınca da bu memleket neden böyle oldu diye yazıklanmaya başlıyoruz" dedi.

Abone ol

DUVAR - Geçtiğimiz günlerde Can Yayınları’ndan ilk öykü kitabı yayımlanan Mustafa Çevikdoğan ile kaleme aldığı “Temiz Kağıdı”nı, yazarın çağına karşı aldığı sorumluluğu ve edebiyatta gerçeklik mefhumunu konuştuk.

Uzun yıllardır yayıncılık sektöründe de çalışan, pek çok dergide öyküleri yayımlanan Çevikdoğan, sorularımıza içtenlikle cevap verdi. Biçim ve içerik arasındaki organik ilişkiyi, üretici ve tüketici karşıtlığını ya da beraberliklerini ve “sıradan insan”ın hikâyesini konuştuğumuz yazarla, hayat ve sanat meselesini de kapsayan uzun bir söyleşi yaptık.

Soner Sert ve Mustafa Çevikdoğan

“Temiz Kâğıdı” çoğunlukla güne ve güncele dair dokundurmalar yapan hikâyelerden oluşuyor. Özellikle ilk öykü dosyalarında pek sık rastlanılmayan bir özellik bu… Yazar, çağına karşı sorumlu mudur?

Bu konuda tarafımı seçtim ama üzerine uzun uzun kafa yorduğumdan değil. Benim için basit bir alacak verecek meselesi. Açgözlüce davranıp edebiyat mirasından epey pay almaya çalıştım, kitaplar sayesinde hayat kurdum. Malumat almaktan çok sorgulamayı öğrendim. Bu yüzden de en az bir kişiye, mümkünse daha fazlasına bunu nakledebilmeliyim. Evet, sorumluluk hissediyorum. Bu kadar. Bununla birlikte, kritik dönemlerde sanatçıların toplumsal olaylarda sorumluluk almalarının çok örneği olsa da hiçbir sanatçı böyle düşünmek, davranmak zorunda değil. Sanatçıya görev dayatmaya hakkımız yok.

Hem zaten çocukların bile konuşmayı öğrenir öğrenmez, “Ne olacak bu memleketin hali?” dedikleri bizim ülkemizde bunun olmaması çok zor. Uzak kalamıyoruz siyasete. Ki ben mecburiyetten değil severek yapıyorum bu işi. Dünyanın en müreffeh ülkesinde, en makul insanlarıyla da yaşasam çatacak bir şeyler bulurdum.

“Başlangıcın Sonu” isimli öyküde bir post-modernizm eleştirisi yaptığınızı düşünüyorum. Ancak bunu düşünürken gerçeğin inandırıcı olması için bir yalana ihtiyaç duyması meselesinin hikâyenin odağında olduğunu görüyorum. Gerçeğin, bir yalan aracılığıyla yeni bir gerçeklik yaratmasını ve bu yolla hakikate ulaşma çabasını, metin ve yazar, metin ve okur ilişkisi açısından nasıl yorumlarsınız?

Mustafa Çevikdoğan, Temiz Kağıdı, syf., 176, Can Yayınları, 2017.

Bu öyküde anlatılan olay, yeni bir gerçeklik algısı oluşturulması gibi okunuyor genelde ama bundan çok da emin değilim. Bir insanın evine kafe açılması bana olmayacak bir iş gibi gelmiyor. Hadi, biz evde uyurken olmasın ama bir gün işten eve döndüğümüzde evimize birilerinin el koymuş olduğunu görebiliriz pekâlâ.

Postmodernizm eleştirisi kısmı sizin takdiriniz. Bu anolojilerin bence çok daha iyilerini Cortázar ve daha birçok büyük öykücü yaptı. Yine de “hakikate ulaşma” kısmına itirazım olacak. Hakikate ulaşmak için yazı yazmaya inanmıyorum. Hakikati aramaktan vazgeçip nelerin hakikat olmadığını bulmaya çalışmalıyız belki de. Tezlerine tüm kalbimle inanmadığım öyküler de yazdım.

Öykülenebilir geliyorsa ve başarılı bir bakışı varsa neden olmasın. Birilerinin, hep doğruları değil doğru gibi olanları, yanlışları da anlatması lazım. “Bakın, işin bir de bu boyutu var, bunu hesaba kattık mı?” demek hoşuma gidiyor. Metnin şeklinde oynamayı sevdiğim gibi yazar ile metin ilişkisinde gidip gelmeyi de seviyorum sanırım.

'HER ŞEYİ FİRAVUN VE MUSA'YA İNDİRGEYEMİYORUZ'

Pek çok öyküde anti-kahraman diyerek nitelenebilecek kişilerin odağında olduğu hikâyeleri aktarırken o karakterin yaşadıklarını alaycı bir dille kaleme alıyorsunuz. Bu durum mizahi bir yapıyı beraberinde taşırken, çoğu zaman zıddıyla anlatılanın anlam kazandığı bir janra dönüşüyor. Sizce, özne –hem sanatta hem hayatta- karşıtıyla mı anlam kazanır?

Her şeyin zıddıyla anlam kazandığı düşüncesi üzerinde en fazla hemfikir olunan savlardan biri herhalde. Aksini iddia edemem ama yine de eleştirel yaklaşalım. Bu düşünce bizi kolaycılığa itmiyor mu? Hayatımızdaki her şeyi Firavun ve Musa’ya indirgeyemiyoruz. Zıddından önce, erek olan her neyse yanında yöresindekileri seçerek onu bulmaya çalışmak daha doğru. Diğeri romantik geliyor. Belki Harun’u bilmek, Firavun’dan daha fazla yardımcı olacak Musa’yı anlamamıza. Önceki cevabımla aynı noktaya geldim sanırım.

Kaleme aldığınız çoğu öykü, “bakın, şimdi size bir hikâye anlatacağım”dan öte, okurla sohbet havasında geçiyor gibi geldi bana. Özellikle “Ustalara Saygı” isimli öyküde, her ne kadar trajikomik bir olay anlatılsa da o mavra atmosferi hiç eksilmiyor. Sizce okur, yazarla nasıl bir ilişki arıyor? Siz, “Temiz Kâğıdı”nı yazarken okurla nasıl bir ilişki kurmayı amaçladınız?

Okumayı en çok sevdiğim öyküler, dediğiniz gibi, “Şimdi size bir hikâye anlatacağım,” diye başlayanlar. Ama yazarken farklı şekiller denemek hoşuma gidiyor. Söyleşi formatı, haber metni formatı, ikinci tekil şahıs anlatıcı. Kitaba almadığım bir öyküde hikâye tahlili ödevi var; olan biteni, ödev yazan bir öğrencinin karakter analizlerinden anlayabiliyoruz bölük pörçük. Ressam olsaydım resimlerimi tuvale yapmazdım herhalde. Meselelere başka açılardan bakmayı deniyorum ve bu şekil zenginliği işime yarıyor. Bir gazetenin pazar ekindeki röportajda sunulan gerçeklik, öykü gerçekliğiyle nasıl bağdaştırılabilir? Hepsini denemeye çalışıyorum.

Halk şiirinde, âşıkların iki dudaklarının arasına birer iğne koyup atıştıkları lebdeğmez denen bir tür vardır. Dudaklar kapanmayınca dudak ünsüzleri söylenemez, dolayısıyla doğaçlama yaparken bu harflerin olduğu kelimeleri de kullanamazlar. Divan şiirinde de söz oyunları içeren sanatlar vardır aynı şekilde. Belli engeller konulur, sanatçıdan bunları aşması, sanatını ispat etmesi beklenir. Sanatçı her seferinde daha zoruyla kendini sınar. Tabii bunlar ustalık göstergesi. Öyle bir iddiam yok; ama ben de metinde kendi işimi zorlaştırmayı, oyun oynamayı seviyorum. Ve sorunuzun cevabı: Bunların hiçbirini okuyucu için yapmıyorum. Kendi kendime eğleniyorum. Okuyucu da severse ne mutlu.

'İTHAL GERÇEKLER TÜRKİYE EDEBİYATI'NA YEDİRİLMEYE ÇALIŞIYOR'

“Temiz Kâğıdı”nın bana göre bir başka özelliği, karakterlerinin sıradan birer insan olmaları… Büyük şeyler hedeflemeyen, hayatı olduğu gibi yaşayan, kentin kenarına, köşesine sıkışmış, geçinip giden sade insanlar… Öykülerinizde anlattığınız “sıradan insan”ı, post-modernizmde kaybolmuş, bir temsili bile olmayan günümüzdeki “sıradan insan”a anlatma ve bu mefhumu yeniden üretip yeni bir gerçeklikle sunma fikrine nasıl karar verdiniz?

Bir öykü, roman karakteri olmak kişiyi sıradan olmaktan çıkarır. İntibah’ın Ali Bey’i yazılmadan önce sıradan bir adamdı, Şıpsevdi’nin Meftun’u, Zebercet vs. Yazarlar istedikleri kadar sessiz çoğunluğun sesi olduklarını, görülmeyenleri, kıyıda kalmışları yazdıklarını iddia etsinler. O karakter yazıldığı anda sessiz çoğunluğun sesi olmaktan çıkıyor. Hem zaten başka bir şey yazılmıyor ki. Hepimiz sıradan insanı yazıp bunu ilk kendimiz fark etmişiz gibi seviniyoruz. Benim “sıradan insanıma” gelince… Yazmaya başlarken kimsenin kendine bir yol haritası çıkardığını sanmıyorum. Bir programa göre çalışmıyoruz. “Şöyle güzel bir postmodern edebiyat yergisi yazayım,” demiyoruz.

Son cümlenizdeki ifade için teşekkür ederim ama hiç öyle bir şey ispatlama derdim olmadı. Fakat soru başka seçenek bırakmadığı için söyleyeyim. Türk edebiyatındaki bazı ezberleri eleştiriyorum. Kaybedenler, ezilenler, zenginler, fakirler, işçiler vs. Birçok kitaptaki birçok kavramın içinin çok da dolu olmadığını, hatta bazılarının Avrupa, Rusya gerçekliklerinden, Amerikan sinemasından ithal olduğunu, o gerçekliğin Türkiye’ye yedirilmeye çalışıldığını görmek canımı sıkıyor. Dünya edebiyatı bize süzülerek geldiği için sadece Türk edebiyatı diyorum. Dünyanın her yerinde aynı durumun yaşandığını duyuyorum ama benim meselem, benim edebiyatımla. Hâlâ Araba Sevdası’nın snop tipini yazıyorsak bir sorun var demektir.

Tanzimat yazarlarının belki milimetrik bir hatayla yanlış attığı temelin üzerine yüzlerce kat çıktık, şimdi hepimiz tedirginiz. Yıkılma tehlikesi var çünkü yapının. Bu tip özelinde, Mai ve Siyah’ın Raci’sindeki, Huzur’un Suad’ındaki gelişmeleri iyi okuyamadık. Birlikte yaşadığımız insanları yazmak yerine onların kitaplardaki modellerini yazmaya devam ediyoruz. Bütün zenginleri Hulusi Kentmen, bütün çaycıları Çaycı Hüseyin zannediyoruz. Oysa insanlar değişiyor. Siyasi gerçeklerle karşılaşınca da bu memleket neden böyle oldu diye yazıklanmaya başlıyoruz.

Yine soruyla ilintili olduğu için belirtmek isterim ki Temiz Kâğıdı’ndaki öykülerde dikkatimi çeken ve sonrası için çözmeye çalıştığım noktalardan biri, yazar olarak karakterlere karşı kendimi konumlama şeklim.

İlk öykü dosyasını yayıma sunan bir yazarın, daha önce çeşitli dergilerde öykülerini okuyucuya sunmasının yazara ve okuyucuya vaat ettiği şey nedir sizce? Bu deneyim halinin yazma eylemini süreklileştiren bir pozisyonu olduğu düşünülebilir mi?

Kitabımız çıktığında okuyucuya, “Size bir kitap sunuyorum. Şu, şu dergiler de kefilimdir,” diyoruz. Bu önemli bir referans. İlk öyküm on yıldan uzun zaman önce ğ dergisinde yayımlanmıştı: “Beynamaz”. Yıllarca çeşitli dergilere katkı vermeye çalıştım. Kitaptaki birçok öykünün, dergi editörlerinin baskılarıyla yazıldığını bile söyleyebilirim. Dergilerin bir de bu katkısı var yazarlara.

Arkadaşlarımızın maaşlarını, harçlıklarını yatırarak çıkardıkları, dağıtımları sırt çantalarıyla yapılan dergileri kast ediyorum tabii ki. Yazı verirken kılı kırk yardığımız, her karalamanın öykü, şiir sayılmadığı dergiler. İşini ciddiye alan insanların edebiyat dergilerini kast ediyorum. Bence günümüzün en başarılı eleştirmenleri, öykücüleri, şairleri bu dergilerde yazıyor. Merak edenler kitapçılardaki dergi raflarını ziyaret edebilir. Keşke hem telif veren hem de nitelikli dergilerimiz olsa. Ama biri olunca diğeri olmuyor nedense.

İlk öykü kitabını yayımlayan bir yazar olarak dil ve biçim arasındaki paralel ilişkinin üzerinde sıkça durduğunuz fark ediliyor. Kaldı ki, şu söz bu durumu özetliyor: “Ressam olsaydım resimlerimi tuvale yapmazdım herhalde.” Sanatçının ya da daraltırsak yazarın, biçim ve içerik arasındaki dengeyi gözetirken en dikkat ettiği mefhum ne sizce? Yaratıcılığın verdiği o büyük haz mı? Ya da söyleyeceğin şeyi daha önce söylenmemiş bir şekilde söyleyecek olmanın keşfedilmeye çalışılan sonsuz ilhamı mı? Biçim, yazara ne vaat eder?

İçerik olarak yeni bir şey söyleyemeyeceğimizin farkında olarak başlıyoruz yazmaya. Çok defa söylenmiş bir gerçek bu, söylediklerimizle değil söyleyişimizle bir fark yaratabiliriz. Ben bunu yaparken yapısal çeşitlilikten de yararlanmaya çalışıyorum. Örneğin kitaptaki bir öyküm gazetelerin pazar eki söyleşisi kıvamında. Popüler bir işletmeci ile bir kadın gazeteci arasında geçiyor. Öykünün başında bu iki karakteri gören okuyucu, kafasında bu söyleşilerin yapısını hemen kuruyor. Konuşmaların ne kadar yapmacık ne kadar samimi olduğunu, nerede işin pazarlamaya döküldüğünü kestirebiliyor. Benim anlatıcı olarak devreye girmeme, yönlendirmeme gerek kalmıyor. Yazar için bir avantaj bu. Bu farklı yapılar, kurmaca içinde keyfimce oynamamı da sağlıyor.

Bu aralar gündeminiz ne? Hazırladığınız yeni çalışma var mı?

Yıllardır her anımı aklımdaki onlarca hikâyeyle yaşıyorum. En eskilerinden biri roman olacak gibi. Sanırım artık onunla uğraşmalıyım.