Mustafa Güler: Demokrasi vazgeçilmezimizdir, yoksa krizlerden kurtulamayız
Mustafa Güler'in 'İş İnsanı Gözüyle Ekonomi, Demokrasi, Siyaset' çalışması okurla buluştu. Güler, "Sağcısı da, solcusu da İttihat ve Terakki’nin ruhundan kurtulmadıkça ülke huzura kavuşamaz" dedi.
Nurettin Öztatar
DUVAR - Mustafa Güler'in 'İş İnsanı Gözüyle Ekonomi, Demokrasi, Siyaset' kitabı, Ütopya Yayınevi tarafından yayımlandı. Güler kitapta, Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne yaşanan ekonomik ve siyasi gelişmeleri inceliyor. 1980 Darbesi sonrası kendisi de 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası'yla kamu görevinden çıkarılan Güler, Türkiye’nin 100 yıllık Cumhuriyet tarihinde yaşanan dönüm noktalarını da kitapta değerlendiriyor.
Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nden (DTCF) Jeomorfolog olarak mezun olan Mustafa Güler, 12 Eylül sonrası kamu görevinden çıkarıldı. Güler, iş dünyasına katıldıktan sonra MESİAD üyeliği, MESİAD Yönetim Kurulu Başkanlığı (4 yıl) ve Yüksek İstişare Kurulu Başkanlığı (6 yıl), Doğu Akdeniz Sanayici ve İş Adamları Dernekleri Federasyonu (DASİFED) Kurucu Dönem Başkanlığı, TÜRKONFED Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı görevlerini yürüttü.
Güler'le 'İş İnsanı Gözüyle Ekonomi, Demokrasi, Siyaset'i konuştuk.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra Sıkıyönetim tarafından gönderilen “sarı zarfla” kamu görevinden bir daha dönememek üzere çıkarıldınız. O dönemi kısaca değerlendirebilir misiniz?
12 Eylül, faşist idarelerin en çirkin ve en acımasız yüzlerinden biridir. Eleştiren, sorgulayan farklı düşünen kamu görevlilerini yargısız işten çıkararak topluma göz dağı vermek ve sisteme muhalif olanları açlığa mahkum ederek burunlarını sürtmek için toplu bir cezalandırma yöntemidir.
O güne kadar hukuk devleti görünümlü idarede kamu görevlisi olmak biraz da ayrıcalıklı bir durumdu. Kurucu güç olan asker-sivil bürokrasi, kendisinin de içinde bulunduğu kamu görevlilerine çok önemli ayrıcalıklar da yaratmıştı. Kamu görevlisi olarak atandıktan sonra kesinleşmiş ağır cezalık bir suç işlemedikçe, işten çıkarılma yoktu. İlk defa 1402 sayılı yasa değiştirilerek buna yol açıldı. Sisteme muhalif olduklarına inandıklarını, yargı kararına da gerek görmeden doğrudan sistem dışına çıkarma yetkisi kullandılar.
'YURTTA BARIŞ HİÇ OLMADI'
Genelde unutkan bir toplum olduğumuz söyleniyor; bu nedenle 100 yıldır benzer sorunlar yaşandığını düşünmek mümkün. Sizin kitabınızda da farklı dönemlerde benzer sorunların ülke gündemini meşgul ettiğini görebiliyoruz. Sizce hangi nedenlerle aynı sorunları yaşıyoruz? Benzer sorunları yaşamamız çeşitli kesimlerin iddia ettiği gibi toplumsal hafızamızın zayıflığından mı, yoksa Türkiye’nin temel sorunlarını aradan geçen 100 yıla rağmen çözememiş olmasından mı?
1924 Anayasası’yla başlayan tekleştirme ve tek tip insan yaratma hedefi, içinde potansiyel bir gerilimi taşımaktadır. 1925 Şeyh Sait İsyanı’nı tekleştirmeye ilk büyük itiraz olarak görmek gerekir. Devamındaki Takrir-i Sükun Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri, bütün muhaliflerin tasfiyesini öngören bir başlangıçtır. Fethi Okyar’ın duruşuyla İsmet İnönü’nün duruşu çok önemli bir yol ayrımına da işaret eder. Okyar ve mebusların önemli bir bölümü, Şeyh Sait Olayı'nın başa çıkılabilir bir asayiş sorunu olduğunu savunurken, Mustafa Kemal ve İnönü grubu bunun bir isyan olduğunu gerekçe olarak gösterip çok sert tedbirlerin alınması gerektiğini düşünür. Alınan sert tedbirlerin devamında, bunun sadece Kürtlere dönük önlemler olmadığı, başta yakın silah arkadaşları olmak üzere, farklı düşünen herkesi tasfiye amaçlı olduğunu görüyoruz. Başta İzmir Suikast davası olmak üzere pek çok kişi İstiklal Mahkemeleri'nde, 3 Aliler Divanı'nda çok ağır cezalarla cezalandırılarak tasfiye edilmiştir. 3 Aliler Divanı'nda alınan ve uygulanan kararlarla toplumun tamamı üzerinde büyük bir korku ve dehşet rüzgârı estirilmiştir. Savaş sonrasında da sivil görünümlü ancak savaş koşullarında dahi zor uygulanacak sert kararlarla askeri bir yönetim sergilenmiştir.
İttihat ve Terakki’nin beyni olan Talat Paşa’nın tekleştirme uygulamalarıyla ekonominin merkezinde yer alan Türk olmayan bütün unsurlar göçe zorlanırken, ekonomi felç edilmiştir. 1930’da kurulan Serbest Fırka’ya olan olağanüstü ilgi toplumun bu idareden bir an önce kurtulma çabasıdır. Bir yandan kapanan iş yerleri, diğer yandan eski asker görünümlü zorbaların köylülerin bütün topraklarına çökerek el koyması, toprağı işleyen köylülerin üretimden uzaklaştırılarak yarıcı konumuna itilmesi yoksulluğun kurumsallaştırılarak sürmesidir. Yaşar Kemal’in baş eseri 'İnce Mehmet' buna işaret eder. İnce Mehmet’i isyana götüren süreç, halkın haksızlığa isyanıdır. O gün başlayan süreç bütün zamanlarda farklı söylemlerle devam eder.
98 yıldır İttihat Terakki geleneğinin yarattığı tekleştirme hedefi sürmektedir. Sol görünümlü CHP İttihat Terakki’den beslenirken, sağa kaynaklık eden DP geleneği de İttihat ve Terakki geleneğine bağlıdır. Bayar ve arkadaşları sivil söylemli olmakla birlikte İttihatçı geleneğini sürdürür. İlginçtir, sosyalist olduğunu söyleyenlerin önemli bir bölümü de ittihatçı geleneği savunur. “Yurtta Barış Dünyada Barış” söylemine rağmen komşularımızla gerginliğin sürdürülmesi bir yönetim biçimine dönüşürken, yurtta barış hiç olmadı. 98 yıldır “iç düşman”la savaşmaya devam edilmektedir. Ekonomik kaynakların çok önemli bir bölümü bu savaşta tüketilmektedir. İç düşmanla savaşırken, bir yandan üretilen kaynaklar burada tüketilirken, diğer yandan asayiş gerekçesiyle doğuda boşaltılan köylerde yaşayanların batıya sürülmesiyle tarım ve hayvancılığın kaynakları kurutuldu. Köylerinden sürülenlerle büyük kent varoşlarında işsiz ve muhtaç insanlar ordusu yaratıldı. Tekleştirmenin ideoloğu Talat Paşa, yönetenlerin beyinleri ve ideallerinde sürekli yaşarken, Enver Paşa’nın cihatçı ruhu günümüzün iktidarınca yaşatılmaktadır. Sağcısı da, solcusu da İttihat ve Terakki’nin ruhundan kurtulmadıkça ülke huzura kavuşamaz. Çünkü Anadolu farklı inanç, farklı etnik köken ve farklı kültürlerin birlikte yaşadığı büyük bir ailedir. Herkes ev sahibi olup kiracısı yoktur.
Kitabınızda sık sık toplumsal barış vurgusu yapıyorsunuz. Anadolu’nun zengin bir ortak kültürü barındırdığını belirttiğiniz önsözde, ülkenin insan kaynağının barış dönemlerinde ileri uygarlıkların yaratıldığını, toplum barışının bozulduğu dönemlere ise yoksulluklar yaşandığını belirtiyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Toplum barışı, dayanışmanın ve güçlü olmanın ana kaynağıdır. Barışın olmadığı dönemler toplum enerjisinin içeride tüketilmesine ve birbirini yok etmesine neden olur. Ardından yokluk ve dağılma süreci gelir. İnsanların inancı ve etnik kimliği onun kutsalıdır. Buna dokunmamak ya da tartışmamak gerekir. Bireyin kutsalı bilinçle seçtiği bir durum değil, içinde doğduğu dünyadır. Kutsallar ölçülür biçilir nesneler değildir, subjektiftir, kabule dayalıdır.
Roma İmparatorluğu’nun bin yıllar süren iktidarlarının çatırdaması, 324 yılında İznik Konsülü'yle başlar. Bin yıllardır farklı inançtan olup barış içinde birlikte yaşayanlar, Hıristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesinden sonra Hıristiyan olmayanlara karşı iş savaş başlatır. Başlatılan iç savaş, imparatorluğun bitmesiyle sona erer. Barış ve dayanışma dönemlerinde Anadolu beyliklerinden Selçuklu İmparatorluğu doğarken, 1240 yılındaki Babai İsyanı'na giden süreci yarattıktan sonra yıkılır. Barış ve dayanışma dönemlerinde küçük Osmanlı Beyliği'nden Osmanlı İmparatorluğu doğarken, ayrışma döneminin başlangıcı olan Hilafetin Osmanlı’ya geçişi ayrışma ve çatışma dönemlerinin başlangıcıdır. Tekleştirme gayreti, iç savaşı büyüterek kaçılmaz sonu yarattı. Çünkü imparatorluk bütün enerjisini içeride tüketmeye başlar.
Cumhuriyet döneminde de her yeni iktidar yeni vaatlerle umut olurken toplumda gerilim azalır, üretim büyür. Umut azalınca gerilim artar ve yoksulluk tekrar başlar. Toplum barışı refahın teminatıdır.
'DEMOKRASİ OLMADAN EKONOMİ BÜYÜMEZ'
Türkiye bir süredir ciddi bir ekonomik ve siyasi kriz yaşıyor. Siz, ülkenin bir türlü gelişememesinin nedenini de demokrasinin yerleşmemesiyle ilişkilendiriyorsunuz. Nedir demokrasinin gelişmemesini sağlayan unsurlar? Türkiye benzer krizlere mahkûm mu?
Türkiye gibi stratejik kaynakları yeterli olmayan ve hazine kaynaklarının tamamı insanın üretimi ve bölüşümü üzerine kurulu ülkelerde yönetim insan odaklı olmak zorundadır. İnsanın devlet ve hükümet karşısındaki tek güvencesi hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve idarenin yargılanıp hesap verebilir olmasına bağlıdır. Hukukun üstünlüğünün hüküm sürmediği ortamlarda birey kendisini güvende hissetmez; güvende olmayan birey, kendisini geliştirip üretimde etkin rol alamaz. Üretime katılamayan birey, yoksul ve muhtaç durumda kalırken, iradesine yabancılaşır ve hiçleşir. Birikimi olan bireyler ise yatırımlarını kendisini güvende gördükleri yurt dışı mecralara yaparlar. İç ve dış ticaretin güvencesi hukukun üstünlüğüdür. Demokrasi, insan hakları için hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve herkesin tabii hakim karşısında eşit ve ayrımsız hesap verebilme güvencesidir.
Avrupa’da da yüzyıllar boyunca büyük savaşlar yaşandı. Savaşların halka yoksulluk dışında hiçbir şey vermediği yaşanan acı deneyimler sonunda öğrenildi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasiyi keşfetti ve büyük bir barış adası oldu. Bundan sonradır ki önce AET, sonra AB oldu. Cumhuriyet tarihimiz boyunca ana ilkeler en sona bırakılırken, hiçbir zaman demokratik hak ve özgürlüklere sıra gelmemiştir. Kitabın son bölümünde yer verdiğim Dünya Bankası’nın yayınladığı bir grafikte, hukukun üstünlüğü ile ekonomi arasında nasıl bir sıkı bağ olduğu görülüyor. Bunun içindir ki demokrasi olmadan ekonomi büyümez, ekonomi büyümedikçe demokrasi yerleşmez. Demokrasi vazgeçilmezimizdir. Yoksa krizlerden kurtulamayız.
Kitabınız, Türkiye’nin alışık olduğu yeni bir çalkantılı dönemde çıktı. Toplumsal gerilimlerin arttığı bir dönemde böyle bir kitabın bu gerilim nedeniyle objektif olarak değerlendirilemeyeceğine ilişkin kaygılarınız oldu mu?
İş insanı olmak, siyasi taraftarlığa en az meyilli olmayı gerektirir. Dükkanımıza gelenlerin nereli oldukları, ne düşündükleri ya da neye inandıkları konusu bizi en az ilgilendirir. İş insanı, müşterinin beğendiği mal ya da hizmetin bedelini ödeyerek çıkmasını bekler. Ticaretin gelişmesi için işsizliğin ortadan kaldırılması ve bireyin alım gücünün iyi olmasını bekler. İş insanı, hukuksuzluğu ve gerginliği sevmez. Toplumun küçülen ekmeği, iş insanının da ekmeğinin küçülmesinin en önemli nedenidir.
Hükümetlerden beslenmeyen her iş insanı, demokrasi ve insan haklarına saygılı, herkes için demokrasi ve herkese yetecek kadar demokrasi taraftarı olur. Katı bir taraftarlıktan kaçınır. Ben de 99 yıllık Cumhuriyet döneminde iktidar olan 66 hükümetin demokrasiye bakış açılarının ekonomik sonuçlarını göstermeye çalışırken objektif olmaya çalıştım.