Mustafa Kemal Atatürk her ne kadar ‘güçler birliğini’ savunup meşrutiyet rejimini halkın kandırılması olarak görse de, yönetim biçimine ilişkin düşünceleri de siyasi gelişmelere bağlı olmuş, zaman içinde değişkenlik göstermiştir. ‘Güçler birliği’ savunusundan ‘meclis hükümeti – parlamenter sistem karması’ bir tercihe doğru...
Bugün tanıtacağım kitabın ve kitabın bu hafta tanıtılacak
oluşunun iki gerekçesi var. İlki, 10 Kasım münasebetiyle ‘kurucu
liderin’ anayasa düşüncesi hakkında bir iki satırla da olsa bilgi
vermek yararlı olabilir. İkincisi, kitabın yazarı Bülent Tanör
Hoca’nın 2002 yılının ‘Kasım’ ayında vefat etmiş olması. Bu nedenle
bu ayki kitap yazılarının ikisini de Bülent Tanör’e ayırmak
niyetindeyim.
Bülent Tanör, İstanbul Hukuk’un, hiç tanışmadığım buna mukabil
hemen her yazdığını okumaya çalıştığım, çok yararlandığım ve
etkilendiğim bir hocasıydı. 'Anayasacı'. Bu yaşıma dek hayli Bülent
Tanör öyküsü de dinledim. Hocalarımın arkadaşı olan bir
akademisyendi. Anayasacılığın ‘tarih’ kısmına merak salmamda Tanör
Hoca’nın yazdıklarının ve bakış açısının etkisi oldu. Bu nedenle,
tanışmadığım Bülent Tanör Hoca’ya şükran borçluyum. Benim için
önemi, yalnızca eserlerinin heyecan verici niteliği değil kuşkusuz.
Tanör, Bir ‘hukukçu’ olmasına karşın (!), Türkiye’de yaşadığının
farkında ve toprağının sorunlarıyla ilgili biri oluşu açısından da
değerli. Türkiye’de az sayıda ‘hukukçu’ bu niteliğe sahip ve Tanör,
pek çoğundan farklı olarak hiçbir zaman başka bir gezegende
yaşıyormuş gibi davranmadı. Türkiye’de Kürtler’in yaşadığından, ya
da örneğin din özgürlüğü konusundaki sorunlardan ve sınıf
çatışmasının varlığından haberdardı. Akademiye ve kendi alanına
bakışının, ‘Kokmaz bulaşmaz yaşamayı tercih etmeyişinin,’ bedeli de
oldu. Bunlar belki başka bir yazının konusu olur. Şimdilik, hocamız
Fazıl Sağlam’ın, Tanör’ün vefatı ardından Radikal’de kaleme aldığı
hüzünlü ve öfkeli yazısını, okuyacağınız metnin sonuna eklemekle
yetineceğim.
Bülent Tanör
Anayasal Gelişme Tezleri başlıklı kitap (2008, YKY)
vefatının ardından yayınlandı. Aslına bakarsanız, bir yanıyla son
derece gerekli ve zihin açıcı, diğer yanıyla Tanör’ün diğer/eski
eserleriyle karşılaştırıldığında, sıradan sayılabilecek bir
çalışma. Muhtemelen bunun nedeni, tam anlamıyla bitmemiş oluşu ve
konuların/kişilerin yoğunluğu. Sanırım çoğu isme ve esere yalnızca
‘değinip geçme’ zorunluluğunun etkisi var. Eşi Prof. Öget Tanör bir
Önsöz yazmış ve eserin, Cumhuriyet gazetesinin 1977 yılında
düzenlediği Yunus Nadi Armağanı için kaleme alındığını, Tanör’ün
ise kitabını mizahi olarak ‘Padişahlar Albümü’ olarak
adlandırdığını (konu olan isimlerin konumu nedeniyle!),
yayınlamadan önce sonuna genel bir değerlendirme yazmak istediğini
ancak "...Eğer ben Padişahlar Albümünü yayınlamadan bana bir şey
olacak olursa, siz bunu mutlaka yayınlayın" dediğini aktarıyor.
Nitekim istediği o bölümü yazamadan vefat etti. Öget Tanör,
vasiyeti üzerine yayınlamaya karar vermiş. Çok da iyi yapmış.
Kitap dört ana bölümden oluşuyor. ‘Kemalist anayasal tezler,’
‘Gelenekçi-İslamcı anayasal tezler,’ ‘Popülist anayasal gelişme
tezleri’ ve ‘Sosyalist anayasal gelişme tezleri.’ Her bir bölümde,
bir yandan ana başlığın gerekçesini diğer yandan söz konusu
ideolojinin temel tezini çok kısaca özetleyip ‘isimlere’ geçiyor.
Bütün olarak bakıldığında, "Neden şu isimler var da şunlar yok?" ya
da "Bu isim neden burada?" denilebilecek çok yer olmadığı
söylenebilir. O dönemdeki fakülte sayısı, kamu hukukçuları/anayasa
hukukçularının ve ayrıca ülke gündemini belirleyen isimlerin azlığı
da Hoca’nın seçmedeki işini kolaylaştırmış olmalı. Adı geçenlerin
tümü, bir siyasi görüş açısından sembolik önemde. Yukarıda da
söylediğim gibi, isimlerin ve o isimlerin eserlerinin çokluğu,
kitabın ister istemez bir ‘bilgi’ ve ‘not’ yığını haline gelmesine
neden olmuş. Buna mukabil Cumhuriyet tarihinde, farklı
ideolojilerin anayasal konulara nasıl baktıklarını, devlet ve
sistem tahayyüllerini bir arada görebilmek için eşsiz bir
kaynak.
Bülent Tanör, Anayasal Gelişme
Tezleri, 2008, YKY
Okuduğunuz yazının asıl konusu olan ‘Mustafa Kemal’in tezine’
geçmeden önce yalnızca bir iki isim örnek vermek yeterli olur
sanırım. Örneğin Kemalist tezlerde seçkinci ve idealist eğilime
örnekler Hüseyin Nail Kubalı, Sıddık Sami Onar, İlhan Arsel, Recai
Galip Okandan, Bülent Nuri Esen vd. düşünceleri. 1960’larda,
Kemalist tezler yenden canlandığında, çok önemli bir figür olarak
Doğan Avcıoğlu ve Niyazi Berkes, Tarık Zafer Tunaya vd.
Gelenekçi-İslamcı anayasal tezler başlığı altında Ali Fuat Başgil
(Demokrat Parti döneminde önemli bir figür.), Osmanlı/İslam övgüsü
ile bilinen Selçuk Özçelik, söz konusu akımın önemli gazeteci ve
yazarı Ahmet Kabaklı vd. Popülist anayasal gelişme tezlerinin
temsilcileri, Celal Bayar, bürokrasi eleştirisi nedeniyle soldan
bir isim Mehmet Ali Aybar, iktisat profesörü Sencer Divitçioğlu,
eleştirel bir bakışla İdris Küçükömer, İsmail Cem vd. Sosyalist
tezlerde ise sosyalist ilkelerin ve kimi isimlerin Osmanlı-Türk
anayasal gelişmelerine nasıl yaklaştığını özetliyor Tanör.
Gelelim Kemalist anayasal tezlerin başlangıcına, Mustafa
Kemal’in anayasa-siyasal sistem düşüncesine.
Atatürk’ün anayasa ve anayasal düzen algısı neydi? Hangi sistemi
savunuyordu ve hangisine razı gelmişti. Zaman içinde nasıl ve neden
değişim geçirmişti?
Mustafa Kemal son derece pragmatist, koşulları iyi
değerlendiren, siyaset/taktik değiştirirken ‘asıl amacını’ her an
aklında taşıyan ve bulduğu ilk fırsatta uygulamaya koyan bir lider.
Kendi tabiriyle, “...bir milli sır gibi vicdanında taşıdığı”
yenilikçi adımları, teker teker ve kararlılıkla atıyor. 1919’da
yerel ve ulusal kongreler düzenleyen de, Kurtuluş Savaşı’nı bu
kongrelerin iktidarına dayandıran da, yerel özerklikler düzeni
getiren 1921 Anayasasını benimseyen de, ardından yerel özerklikleri
ortadan kaldıran 1924 Anayasasını kabul eden de aynı insan.
Tanör’ün kitabı, bu çizgi hakkında fikir veriyor. Mustafa Kemal,
Osmanlı’daki 19'uncu yüzyıl anayasacılık hareketinin tabandan
desteklenmediği, daha çok yöneticilerin istek ve yeteneklerine
bağlı olarak ya da Avrupa’yı memnun etmek gerekliliğinden doğduğu
kanısında. 1 Aralık 1921’de Meclis’te yaptığı konuşma Mustafa
Kemal’in bu konudaki düşüncesinin özeti niteliğinde:
“...bir paşanın tahtı riyasetinde, üçü Hıristiyan olmak üzere on
altı memur, on ulema ve iki askerden mürekkep bir heyet Babıâli’de
toplandı ve bu kitabı (Kanun-u Esasi) yazdı! Bu kitap milleti
memnun etmek için, milletin arzu ve âmali hakikiyesi (gerçek istek
ve emelleri) için müspet, maddi bir mâkesi tecelli değildir.
Efendiler, bu kitap düşmanlarımızı muvakkaten olsun memnun etmek
gayesini gözetmiş bir kitaptır... Bu kitabın mahiyetinin millet
ile, iradei milliye ile hiç alâkası yoktur...”
Mustafa Kemal’in, ‘millet egemenliği’ ifadesini tercih ettiği
ilk tarih 1908 II'nci Meşrutiyet. Milletin hakimiyetini ele alışı,
bu saatten sonra devreye girmiştir Mustafa Kemal için. Tahmin
edilebileceği gibi Kurtuluş Savaşı süreci de milletin kendi
egemenliğini kendi mücadelesiyle kendi eline alışının öyküsüdür.
Nutuk’ta (C 2/186) şöyle diyor:
“Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.
Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına
vazıülyed olmuşlardı (el koymuşlardı); bu tasallutlarını altı
asırdan beri ideme eylemişlerdi (sürdürmüşlerdi). Şimdi de Türk
milleti, bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve
saltanatını, isyan ederek kendi eline, bilfiil almış
bulunuyor.”
Mustafa Kemal, 1876 Kanun-u Esasi’nin ‘gerçek bir kanun’
(kanun-ı hakiki) olmadığı kanısında. Onun için gerçek kanun, ancak
halkın temsilcileri eliyle dahi olsa kanunun yapım sürecine
katılmasıyla ortaya çıkar. Gerçek kanun kavramının daha iyi
anlaşılabilmesi içinse, ‘tabii’ ve ‘ilahi’ kanun ayrımına başvurur.
Burjuvazinin feodaliteyle mücadelesi sürecinde ortaya çıkardığı
‘doğal hak’ kuramına yaptığı bu atıf, Mustafa Kemal’in dikkate
değer donanımını sergiliyor.
Mustafa Kemal, olup bitenlere ilişkin değerlendirmelerde
‘seçkinci’ bir yol tutar. Devrimlerin sürükleyici gücü liderlerdir.
Yukarıda hatırlatıldığı gibi, anayasal reformları yıllarca ‘milli
sır gibi’ vicdanında saklayıp yeri geldikçe uygulamaya koyması da
bu seçkinciliğin örneği. Tanör’ün ifadesiyle, “...tartışma
götürmemesi gereken bir nokta varsa, o da, M. Kemal’in Cumhuriyet
dönemi temel reformlarını –anayasal gelişmeler dahil- kitlelerin
değil, fakat onlar adına davranan aydınların ve devrimcilerin eseri
olarak görmesi ve bunu da kaçınılmaz saymasıdır.” Münevverin çabası
tek başına yeterli olmayacağı için, kuşkusuz ‘öndere’ de gerek
vardır!
Mustafa Kemal’in Osmanlı’nın iç yapısına, ‘sultanların zulmüne’
ilişkin görüşlerini, kitabı okuyacaklara bırakmalı. Çok uzatmadan,
kısaca ‘hukuk algısı’ ve ‘hükümet biçimi tercihi’ üzerine ne
düşündüğüne bakalım.
‘Hukuk’ kavramı çok önemli Mustafa Kemal’in anayasa tezlerinde.
Yasalar, ‘dünyevi gereksinmelerden’ kaynaklanmalı. ‘Milli karar
organlarının’ hukuksal statü kazanıp kurumsallaşmasına çok önem
veriyor. Hakikaten Mustafa Kemal her eylemine, her kararına ‘hukuk
formu’ kazandırmaya çalışan ve kararların kurullar tarafından
alınmasına büyük özen gösteren bir lider. Buna mukabil bu
hukuksallık tutkusunu, günümüz ‘hukuk devleti’ ilkesinin
gerekleriyle bir tutmamalı. Amaca hizmet eden bir ‘hukuka bağlılık’
söz konusu. Tanör şöyle özetliyor: “...burada dikkati çeken nokta,
‘hukuk’un devrimci siyaset amaçlarına bağlı kılınmasıdır. Bir başka
deyişle, yeni devletin kuruluş sürecinde hukuk, soyut ve dokunulmaz
bir değer değil, siyasi amaçların gerçekleşmesini kolaylaştıran bir
araçtır.” Haliyle söz konusu olan hukuka bağlılık, amaca ulaşmada
bir araç. Fakat, çok ciddiye alınan, meşruiyet açısından özen
gösterilen bir araç.
Hükümet sistemi konusunda fikir edinebileceğimiz iki konuşmadan
uzun alıntılarla örnekler veriyor Tanör. 24 Nisan 1920 ve 1 Aralık
1921’de TBMM’de yaptığı konuşmalar önemli. Özellikle Aralık 21’deki
uzun konuşması pek çok konudaki genel eğiliminin anlaşılmasını
sağlıyor. Mustafa Kemal’in hem ‘meclis hükümeti’ hem de ‘güçler
birliği’ konularındaki görüşleri son derece olumludur. Ancak bu
olumluluğu çok da büyütmemeli çünkü zaman içinde yine ‘koşullara
göre’ farklı tercihler dile getirmiş ve meclis hükümeti sisteminde
kolay kabul edilemeyecek girişimlerde (örneğin 1924 Anayasası’nın
hazırlanmasında fesih yetkisi talep etmesi vs. gibi)
bulunmuştur.
Tanör, Mustafa Kemal’in 21 Aralık konuşmasındaki can alıcı
noktaları özetler. Buna göre, Meşrutiyet kötü bir yönetimdir. Çünkü
bu yönetime göre güçler ayrılığı istibdadı önlemek için elzemdir.
Ancak Mustafa Kemal’e göre ne tabiatta ne dünyada, güçler ayrılığı
diye bir şey yoktur. Aksine, var olan ‘güçler birliğidir’ ve milli
iradeden kasıt bu birliktir. Meşrutiyet, milleti aldatmak için icat
edilmiştir. Çünkü tarihsel olarak güçler ayrılığı ilkesi
‘müstebitle uzlaşmak’ ve ona boyun eğmek (yürütme organının ikili
yapısını kastediyor) anlamına gelir. Doğru olan, milletin
egemenliğini gerçekleştirmektir ve bunu sağlayacak olan da güçler
birliğidir:
“...Hakikatı halde, hakimiyet yalnız bir şekilde tecelli eder. O
da, bu hakimiyetin sahibi olan insanların doğrudan doğruya bir
araya gelerek teşrii (yasama), icrai (yürütme) ve adli (yargısal)
vezaifi bizzat ifa etmeleriyle mümkündür.”
Mustafa Kemal ‘ideal biçim’ olarak ‘doğrudan demokrasiyi’
savunur ve bunun tarihte en demokratik yönetimlere neden olduğunu
söyler. Ancak tarih içinde bunlar bazı müstebit krallıklara
dönüşmüştür. Peki bugün için hangi yönetim uygundur? Tanör’ün
sözcükleriyle “...en doğru yol temsili demokrasinin kuvvetler
birliğini kabul eden biçimidir, yani Meclis Hükümeti sistemidir.”
Mustafa Kemal için güçler birliği bir ‘ilkedir’ ve milli
egemenliğin yegâne güvencesi, meclis hükümeti sistemidir.
Ancak bir kez daha yinelemek gerekirse, Mustafa Kemal’in bu
ilkesiyle çelişen eylemleri çoktur. Örneğin, Birinci Meclis’teki
‘İkinci Grup’un baskısından kurtulabilmek için ‘yürütme’ organını
güçlendiren değişiklikleri savunmuştur. Nitekim Anayasa’daki 29
Ekim değişikliğinin bir nedeni de yürüte organını Meclis dışından
yaratma isteğiydi.
Ezcümle, güçler birliği ve meclis hükümeti sisteminin, millet
egemenliğini yaşama geçirmenin biricik yolu olarak savunan Mustafa
Kemal’in bu konudaki görüşleri de ‘günün koşullarına göre’
değişkenlik gösterir. Özellikle meclis hakimiyeti gerektiren
‘saltanat ve hilafetin kaldırılması’ gibi adımların atılmasının
ardından, bu kez daha güçlü bir yürütmeye gereksinim vardı.
Son sözü Bülent Tanör’e bırakalım: “...M. Kemal’in kuvvetler
birliği ve meclis hükümeti sistemini kalıcı ve değişmez bir model
diye benimsediğini söylemek güç. Bunları teorik ve bilimsel açıdan
canlı bir biçimde savunduğu günlerde bile, düşüncesi bunları hakim
kılmak değildi. Hatta tam tersine, bunları bir ‘geçiş döneminin’
zorunlu köprüleri olarak gördüğü, asıl yöneliminin ise parlamenter
sistem olduğu söylenebilir.”
Bülent Tanör’ün değerlendirmesi böyle. Mustafa Kemal Atatürk her
ne kadar ‘güçler birliğini’ savunup meşrutiyet rejimini halkın
kandırılması olarak görse de, yönetim biçimine ilişkin düşünceleri
de siyasi gelişmelere bağlı olmuş, zaman içinde değişkenlik
göstermiştir. ‘Güçler birliği’ savunusundan ‘meclis hükümeti –
parlamenter sistem karması’ bir tercihe doğru...
Yazı: Hocamız Fazıl Sağlam’ın Bülent Tanör’ün ardından kaleme
aldığı yazıyı buraya bırakıyorum.