Mustafa Ünlü: Belgesel, bilgiyi kaynağından nefret ettirecek kadar güzel taşır

Yönetmen Mustafa Ünlü ile belgesel sinemayı konuştuk. Ünlü, "Belgesel, bilgiyi en derinlikli, aydınlatıcı, bazen o bilginin kaynağından nefret ettirecek kadar güzel taşır" dedi.

Abone ol

DUVAR - Türkiye belgesel sinema tarihinin önemli isimlerinden Mustafa Ünlü ile bir araya geldik. Yerel gazetelerde başlayan gazetecilikten 32. Gün’de belgesel film yapımına uzayan günlere ve sonraki süreçte bağımsız belgesel film üretime dair pek çok şey konuştuk.

Ulusal ve uluslararası pek çok festivale katılan ve ödüller alan Ünlü, belgesel sinemanın kamusal bir iş olduğuna inanıyor. Konu dijital platformların belgesel sinema “pazarına” girişine geldiğindeyse, “Kültürü, sanatı, aydınlanmayı, demokratik düşünceyi siyaset üstü kabul eden bir toplumsal anlayışı egemen olmadan sorduğunuz bağlamda daha fazla özgürleşeceğimizi, ya da daha doğrusu elimizin rahatlayacağını sanmıyorum.” diyerek görüşlerini açıkladı Ünlü.

Mustafa Ünlü

Sizi tanıyarak başlayalım önce…

Üniversiteye, Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu olarak girip, İletişim Fakültesi’nden mezun olduğum fakülteye girdiğimde hedefim iyi bir gazeteci olmaktı. Bölümüm de gazetecilikti zaten. O zaman adetten olduğu üzere ikinci sınıftan başlayarak çeşitli basın kuruluşlarına ‘stajyer’ sıfatıyla girip çıkmaya başlamıştım. Ama hangi gazete ki yerel diyebileceğim Ankara gazetelerinden söz ediyorum ya da dergiye başımı soktuysam bir iki aya kalmadan kapandı. En son Yeni Gündem dergisini ‘kapattıktan’ birkaç ay sonra TRT’de staj yapan bir arkadaşım, TRT 2’de İngilizce haber bültenini hazırlamaya yardım edecek birinin arandığını söyledi. İşin elektronik, ya da görsel-işitsel tarafına geçmiş oldum.

Sonra bir hayal gerçekleşti ve 32. Gün programına geçtim, yapım yardımcısı olarak. O zaman programın hazırlanmasında Mehmet Ali Birand’la çalışan 5 kişiden biri oldum yani. Üstelik program ekibine girdikten 2 ay sonra da 7 bölümlük Kıbrıs belgeselinin çalışmalarına başladık. 1987-89 yıllarından söz ediyorum. Aslında diyebilirim ki Birand tarafından hemen suya atıldık, yüzmeyi öğrendik. Birand’ın söyleşileri ve ajans görüntülerinin kurgulanmasıyla hazırlanan programın, hemen her dosyanın yerinde, özgün çekimlerle yapımına geçildiği dönemdir o. Belgeselciliği tozunu da o ara yuttum işte. Televizyon belgeselleri bir süre daha devam etti; Cumhuriyet’in Kraliçeleri, Vehbi Koç, 12 Eylül belgesel dizilerinin yönetmenliğini yaptım.

Sonrasında da ekip arkadaşlarımla kurduğumuz yapım şirketleri altında bağımsız belgeselci olarak sürdürdüm çalışmayı. Hala öyle devam ediyorum. Yönetmeni olduğum, yurt içinde, yurt dışında izleyiciyle buluşmuş, biri hariç hepsi insana dair 30 kadar belgesel film var. Sonuncusu "Ah". Çok sevdiğim, bana birden çok daha fazla ömür yaşatan bir meslekteyim.

Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?

İnanın hiçbir projede hayallerim ya da düşüncelerim kurmacaya uzanmadı. Belki şöyle anlatılabilir; bir fikri belgesel sinemaya aktarma sürecinde kurduğum hayal, onun içindeki gerçek öyküyü, dramayı nasıl ortaya çıkaracağımla ilgili olabilir. Eğer hayatın akışı engeller çıkarmazsa; doğru yerde, doğru zamanda olabilecek kadar uzun süre bir konuyu, insanları izleyebilmenin hayalinden söz edilebilir. Kameranızı alıp yola çıktığınızda artık gerçek olanla ya da kavram olarak daha iyi karşıladığını düşündüğüm İngilizce kökenli ‘aktüel’ olanla karşı karşıyasınızdır. Tabii ki başta hayal ettiğiniz şey o haliyle gerçekleşmez. Hayat başka türlü akar. Siz de hayallerinizde ‘güncellemeler’ yaparsınız. Bittiğinde hayal gerçek olur.

Bu süreçler tabii ki sanatçıyı kısıtlar ama bu kısıtlara rağmen belgesele sanatı katabiliyorsanız, başka deyişle sinema yapabiliyorsanız başarmış olursunuz. Açık söylemek gerekirse ben filmlerimin hiçbirinde henüz bunu istediğim ölçüde yapamadım. Bizim coğrafyada hayat o denli hızlı ve keskin dönüşlerle akıyor, şu ya da bu nedenle öyle acil ki yapmamız gerekenler, şimdiye dek hiç tam olmadı benim açımdan. 

Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?

Ben kendimi üvey evlat gibi hissetmiyorum. Bu söz ettiğiniz duruma yol açanlar, kamu yöneticileri, o festivalleri yürütenler, televizyon vs. medyanın sahipleri "üvey baba" bana sorarsanız. Bu erkek egemen toplumda "baba" demekte bir sakınca yok sanırım. Yoksa bu dönemde, bu koşullarda gerçeğin peşine düşen, olanı biteni belgelemeye, insanlara anlatmaya çalışan belgesel sinemacılar, video aktivistler, gazeteciler en has evlat herhalde.   

Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?

Evet, belgesel sinema şimdiki kadar dünyanın başka coğrafyalarına, insan topluluklarına erişimin olmadığı bir çağda bunları görüntüleyip taşıma işlevini yüklenerek başladı diyebiliriz. Sonra bunun yanına hikâye anlatıcılığı eklendi yavaş yavaş. Kurmaca sinema başını alıp gidince belirli bir dönem daha açıklayıcı, bilgi aktarımını öne çıkaran bir süreç yaşandı. Tabii sanatı, sinema dilini olağanüstü kullanan, bu anlamda kurmacayı da içeren sinemaya büyük katkı sağlayan belgesel sinemacılar hep oldu. Şiirsel belgesel diye bir tarz var mesela. Kurmacada da ‘şiirsel’ deyimi kullanılır ama bu daha çok estetik bir değerlendirmedir. Oysa belgeselde başlı başına bir anlatım biçimidir.

Son dönemde dünyada karakter üzerinden, öykülü, dramatik yapıyı çok öne çıkaran işler ağırlık kazandı. Kurmacayla yarışırcasına etkili, güçlü belgeseller yapılıyor. Bunu bir yandan seviyorum. Çok evrensel, duygusal işler, gerçeğe sadık kalmak, sinemasal ‘çatışmayı’ fazla zorlamamak kaydıyla ki bu da söz ettiğim dramatik yapıyı güçlendirmek adına maalesef yapılıyor. Bir yandan da fon sağlayıcılar, sinema fonları, televizyon kanalları vs. adına karar verenler bu tür ‘garantili’ anlatımın peşine çok düştükleri için neredeyse bir dayatma ortaya çıkıyor. Belgesel sinemanın sınırsız alanını sınırlıyor. Kendi adıma, nadir de görülse, belgeselde bir tür Brechtyen anlatımın seçenek olduğunu düşünüyor, kafa yoruyorum.   

'BELGESEL, BİLGİYİ KAYNAĞINDAN NEFRET ETTİRECEK KADAR GÜZEL TAŞIR'

Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet doğru, artık bir de bunlar var. İkinci sorudan başlayayım; bu yapımların estetiğinde belirleyici olan ya da ana belirleyici olan dijital platformlarda kullanılan algoritmalar diye düşünüyorum. Bir de tabii bu platformların istatistiklere dayanılarak varsayılan ve o çizgide çoğaltılmaya çalışılan takipçileri. İzleyici sözünü özellikle kullanmıyorum. Yeni dünya düzeninde artık çok olanı daha da çoğaltmak, az olanı yok saymak var, mâlum. Televizyon insanların hayatına girdiğinde de farklı bir platform olarak ona uygun tarzlar, estetik ortaya çıktı. Ortak noktası sinema dediğimiz şeye yaklaşmadıkça, çabuk doygunluk hissi veren, çok akılda kalmayan, içten hissedemediğimiz işler oluyor.

Birinci soruya gelirsek, evet, belgesel bir bilgi taşıma aracıdır. Hatta, bilgiyi en derinlikli, aydınlatıcı, ‘güzel’- bazen o bilginin kaynağından nefret ettirecek kadar güzel taşır.     

Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Egemenler sorunlu. Egemenliklerini sonlandırabilecek, insanların ufkunu açabilecek gerçeklerin üstünü örtmeye çalışıyorlar. Bildiğiniz korku yani.

'SERMAYEDARLARDAN BİR BEKLENTİM YOK'

Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?

Bunun yanıtı önceki birkaç soruda var zaten. Kendi adıma, belgesel sinemacı olarak sermayedarlardan pek bir beklentim yok. Belgesel sinemanın kamusal bir iş olduğuna inananlardanım. Kültürü, sanatı, aydınlanmayı, demokratik düşünceyi siyaset üstü kabul eden bir toplumsal anlayışı egemen olmadan sorduğunuz bağlamda daha fazla özgürleşeceğimizi ya da daha doğrusu elimizin rahatlayacağını sanmıyorum. Ama zaten toplumcu belgeseller yapmak o özgürleşme duygusunu zaten hissetmeden olmuyor. İlk bakışta görünenden çok daha fazla meslektaşım var.

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Ana akımların dışında, geniş bir alanı kapsayan, kalıcı, çok sesli işler yapan, bu döneme ait ama tarihsel değeri olan, çok önemli bir külliyatı gerçek ve dijital platformlara bırakan; gazetecilere, edebiyatçılara, sanatçılara destek olan arkadaşlarımla birlikte olmaya çalışıyorum. Bunun yanında da ifade ve basın özgürlüğünü merkezine alan bir projeyle uğraşıyorum uzunca bir zamandır.