Müstakbel seçmen profilleri

Herkes gergin bir biçimde seçimin sonucunu bekliyor malum. Birkaç ay sonra karşılaştığım bu insanlarla birlikte sandığa gideceğimizi hatırlayarak ümitle ümitsizlik arasında mekik dokuyorum. Hayatlarımız ve hayallerimiz birbirinden çok farklı olsa da birbirimizi tanımak birlikte yaşama kültürü inşa edebilmek için gerekli ve de çok zenginleştirici.

Funda Şenol fsenol@gazeteduvar.com.tr

Evden aheste bir tempoyla çıktım. Çünkü bir süredir görece avareyim. Üç yıldır çalıştığım proje bitti. Başka işlerim sürmekle birlikte bir ofis çalışanı değilim artık. Dolayısıyla biraz sokaklarda dolaşıp, seçim öncesi havayı koklayacağım. Ziya Osman Saba’nın “Mutlu İnsanlar Fotoğrafhanesi” hikayesindeki gibi bir tecrübe yaşamayı umuyorum.  O gün, üstadın işinden erken çıktığı bir gündür ve hiç acelesi yoktur:

“Yüksekkaldırım’dan istediğim kadar yavaş, eski kitap satan dükkanların camekanları önünde istediğim kadar oyalana oyalana çıkabilirim. Tünele varınca, tünel bekliyormuş gibi üzüntülü bir hal alarak tünele binenleri seyreder, sonra yayan gitmeye karar vermiş bir insan tavrıyla etrafı seyrede ede Galatarasay’a, Taksim’e kadar yürüyebilirim. Karşımdan insanlar geliyor, arkamdan insanlar geliyor. Arkamdan yürüyenler nihayet beni geçiyorlar. Karşımdan gelenlerin bazılarıyla bir an bakışıyoruz. Bazıları beni görmüyorlar. Benim de görmediklerim oluyor. Bana sürtünenler, çarpanlar oluyor. Erkekler, kadınlar, uzun boylular, kısa boylular, yaşlılar, henüz nişanlılar, yalnızlar, kolunda sevgilisi olanlar. Anneleri yanında yürüyen küçük çocuklar var.”

Avareyim ama bugün zihnime yoğun bir mesai yaptırmaya niyetliyim. Ankara’da Çankaya semtinde ikamet ediyorum. Burası ben çocuk ve gençken orta ve hatta orta üst sınıflar için bile erişilebilir bir yer değildi. Yüksek bürokratlar, diplomatlar, eski Ermeni bağlarını sahiplenip onların arsalarına apartman dikmiş zengin eşraf vb. otururdu. Uzun yıllar yaşadığım Küçükesat ile Çankaya arasındaki mesafe kuş uçuşu 5 dakika olmasına rağmen, son 12 yıldır oturduğum Çankaya’nın birçok caddesini hiç bilmiyordum. Görünmez sınırlar, kültürel engeller, aile baskısı ve mekânsal otosansür sağolsun! Otopark sorunu, binaların eskimesi ve semtin mücavir alandan gelen benim gibi insanlar için de erişilebilir olması Çankaya’nın itibarını belli bir kesim için azalttı. O sebeple ben orada yaşayabiliyorum artık.

Ulaşılabilirlik ve itibar dedim de aklıma geldi: dolmuş beklerken karşı apartmanda oturan, sık sık selamlaşıp arada sohbet ettiğim bir komşuyla karşılaştım. Bekleme süresi uzayınca sohbet de alışılmadık biçimde uzadı. Üst komşusundan şikayet etti bana ayak üstü. Çarşaf gibi bir bayrağı milli bayramlar yetmezmiş gibi, hükümetin bir icraatını protesto etmek istediğinde de balkondan sallandırdığını ve kendisinin bayrak asmamasını milli hislerden yoksunluk olarak nitelendirip dedikodusunu yaptığını anlattı. Aynı kişinin giriş kattaki daireyi satın alıp yerleşen aileden “varoş” diye bahsedip bahçeyi ekip dikmelerini yasaklatmaya çalıştığını da ekledi. Anlayacağınız üzre, ulusalcı kesim için çoktandır bir kurtarılmış bölge değil Çankaya. Atakule yeniden açılacağı zaman işletmeciler burada hangi markaların, ne tür mağazaların yer almasını istediklerini sormuşlar davet ettikleri bir kitleye. LCW, De Facto gibi herkesin erişebileceği markalar olmasın istemiş davetliler ekseriyetle. Öyle de oldu. Ama işte Atakule esnafı sinek avlarken bu önlem semti bizim gibilerden “kurtarmaya” yetmedi.

Neyse efendim, dolmuş geldi. Bindik.  10 lira olmuş. Fakat dolmuşçu yine de memnun değil. Her fırsatta artan benzin fiyatıyla kıyas yapıp söyleniyor “manita koltuğu”nda oturan müşteriye. Bileniniz vardır, manita koltuğu, dolmuşçuyla gereksiz samimiyet kurmaya mecbur bırakan öndeki tekli koltuğun diğer adıydı gençliğimizde. Üstüne üstlük bazı dolmuş şoförleri yanlarına oturan kadın ise daha bir atraksiyonlu sürerlerdi aracı. Biraz üst perdeden bir tirada dönüşen bu serzenişten bezmiş manita koltuğundaki yolcuyu, biraz da şoför mahallini inceliyorum ayakta, sıkıştığım köşeden: Dikiz aynasında üç hilalli bir aksesuar asılı. Acaba fiyat artışlarından hangi partiler sorumlu?

YENİŞEHİR’DEN ESKİSİNE DOĞRU

Kısa günün kârını maksimize etmeye çalışan şoförün sıkış tepiş doldurduğu araçtan adeta dökülüyoruz Kızılay’da. Kızılay çoktandır bir inşaat alanı, bir keşmekeş. Alanı çepeçevre saran afişlerle Ulaştırma Bakanlığı tarafından yapıldığı ilan edilen yeni metro girişleri sebebiyle. Oysa zaten 4 giriş mevcut. Kızılay’ı ikinci el telefon alıp satanlarla, telefon aksesuarcıları doldurmuş. Bana göre, telefon borsası bir sembol, onun girdiği yere kaos hakim oluyor. Bulunduğu yeri transit mekana, bir kısmı kayıt dışı yürüyen ticaret merkezine dönüştürüyor, erilleştiriyor, aylaklık edemiyorsunuz oralarda. Kızılay çoktandır öyle. Şehrin çok sesli, renkli, özgürleştirici ruhu öteye kaçıyor sürekli.

Benim menzilim zaten Ulus o gün. Kızılay’da oyalanmadan Sıhhiye istikametine yol alıyorum. Araç trafiğinin çok yoğun olduğu bir kavşaktan karşıya geçmeye çalışıyoruz topluca. Yayalardan bazıları trafik ışığını beklemeden kendilerini yola atıyorlar. Hemen yanımda duran takkeli, tesbihli amca bana dönerek fısıldıyor: “Ölseler iyi!” Önce anlayamıyorum. Kazaya kurban gidip sakat kalacaklarını, ‘keşke öleydim’, diyeceklerini ima ediyor. Başımla onaylayınca anında aramızda, başka bir bağlamda mümkün olamayacak bir ittifak oluşuyor. Yeşil yanınca, “hadi gel kızım” diyor bana. Baba-kız gibi uyum içinde karşıya geçiyor ve vedalaşıyoruz. Sokakta olmak, özellikle de alışık olmadık bir semte doğru yol almak çok tuhaf, bazen çok tehlikeli ama çok da zenginleştirici.

Sıhhiye köprüsüne yaklaşıyorum. Yıllar boyu şehrin iki yakasını birbirinden ayırdı bu köprü. Sesler, kokular, renkler değişti, mekan erilleşti Sıhhiye’ye doğru… Ama çoktandır böyle bir sınır kapısına ihtiyaç yok dediğim gibi. Kızılay’la Ulus’un ticari dokusu birbirine çok benzedi çünkü. Bu tavıra içkin bir üstten bakış var, kabul ediyorum ama elimde olmadan bir tür katılımlı gözlem yapıyormuş gibi hissediyorum; sağdan soldan gelen seslere kulak kabartıyorum. Her kafadan aynı ses geliyor; pahalılık ve seçim hazırlıkları. Sebze-meyve haline yaklaşırken önümden yürüyen iki erkekten biri telefonundan oldukça yüksek sesle Tayyip Erdoğan’ın konuşmasını dinliyor mesela. Elinde tuttuğu kulaklığı telefona takmaması bir tür meydan okuma gibi.

İncesu deresinin zarifçe süzüldüğü dönemler Sıhhiye. 

Nihayet Hal’e vardım. “Ulus esnafı da gözünü açmış” diyor benimle birlikte balık tezgahına bakan kadın. Haklı. Fiyatlar çok yüksek, düşük fiyatlı olanlar ise çok kalitesiz. Yakın zamana kadar Ankaralılar için Hal’den alışveriş etmek hesaplı ve taze ürün almak anlamına gelirdi. Nüfusun çoğunluğu açlık sınırında yaşıyor, kayda değer kısmı da besleyiciliği az, kalitesiz gıdalara mahkum. Diğer mal ve hizmetler için de aynı şey geçerli. Biz balıkçının önünde dururken bir müşteri üç zabıta memuru ile geliyor. Sardalyayı hamsi diye sattığını fark ettiği esnafı zabıtaya şikayet etmiş meğerse. Esnaf müşteriye kontrolsüz bir öfkeyle saldırıyor. Üstüne yürüyor, hakaret ve beddua ediyor. Diğer müşterilerden destek arıyor. O esnada zabıta memurları hiçbir şey olmamış gibi sus pus bir kenarda durup olanları izliyorlar. Onlara öyle mi tembih edilmiş, yoksa belaya bulaşmak mı istemiyorlar, belli değil. Esnafın tavrını görünce, kapıda karşılaştığım kadın ve ben de kınayan bir iki söz ederek elimizdekileri bırakıp çıkışa yöneliyoruz ve öfkeden payımıza düşeni alıp kaçarcasına uzaklaşıyoruz olay mahallinden.

Hal’den çıkınca Ulus’un eski mahallelerinde biraz dolaşayım diyorum. Yahudi Mahallesi’ne götürüyor yine ayaklarım beni. Yolda salaş bir aşevinin (evet, lokanta değil) geniş ve tozlu camekanının ardında iki kadın yüzü seçiyorum. Endişe ile mutsuzluk arası bir ifadeyle sokağa bakıyorlar. Önlerinde ekmek ve çorba kaseleri. Tırnakları kirli, kıyafetleri eski, başlarında yün bereler. Göz göze geliyoruz. Hemen bakışlarımı indiriyorum. Ulus’taki eski bir işhanının üst katlarındaki kuytu odalardan birinden üretim fazlası yün almaya gittiğim gün geliyor aklıma. Öğle yemeği saatinde güneş görmeyen odalardan yabancı uyruklu kadınlar sökün edip birer sigara yakmışlardı koridorda. Aralık kapılardan trikotaj makinaları görünüyordu. Çelik kapısı kilitli bir başka daireden ise Arapça şarkılar ve ona eşlik eden erkek sesleri duyuluyordu. “Burada ne var?”, diye sorunca, “Araplar trikotaj işi yapıyorlar. Bütün gün böyle yalelli!” demişti yüncü. Ziya Osman Saba’nın mutlu insanlarının aksine, hüzünlü bir fotoğraf karesi olarak zihnime kaydettiğim bu kadınları yanıma alarak yoluma devam ediyorum. Yahudi Mahallesi son dönemde turistik ve tarihsel anlamda keşfedildiğinden olsa gerek, yıllardır ölüme terkedilmiş olan sinagogun karşısındaki ihtişamlı konaklardan biri restore edilip müzeye çevrilmiş. Restorasyon ne kadar iyi yapılmış bilemiyorum tabii ama yine de bina ölümden kurtarılmış. Büyükşehir Belediyesi’nin Ulus’taki tarihi dokuya sahip çıkması ümit verici. Ama Roma Tiyatrosu’nun varsıl bir vakıf üniversitesinin yeni yapılmış anfisi gibi ışıldayan fotoğrafını görünce biraz hayal kırıklığına uğruyorum. Umarım güzelim Ankara taşları olduğu gibi duruyordur. Bitmiş halini görmek için sabırsızlanıyorum.

Eynebey Hamamı’na yakın Melike Hatun Türbesi’ne doğru yol alıyorum. İller Bankası binasının yıkılmasına sebep olan tartışmalı Melike Hatun Camii’nin adını aldığı Melike Hatun’un türbesi başında dua edip ondan dilekte bulunan yaşlıca bir teyzeyle karşılaşıyorum geçerken. “Allah kabul etsin” diye fısıldıyorum. “Seninkini de kızım” diyor, sadece oradan geçtiğimi gördüğü halde. Oralara hiçbir amaç gütmeden gelmiş olmak akıl alır gibi değil sanırım. O semtin sakini olmadığım kılık kıyafetim ve tavrımdan anlaşılıyor her seferinde. Ne zaman ara sokaklara dalsam meraklı gözler üstüme çevriliyor. Herkesin yerini bilmesi ve kendi florasında yaşamasına alışmışız. Yer değiştirip başka bir dünyanın kapısından adım atmak şaşkınlık ve bazen de düşmanlık yaratıyor. Daha önceki gelişlerimde belgeselci, belediye çalışanı, yabancı turist, icra avukatı ve Şehircilik Bakanlığı çalışanı sanılmışlığım var. Teyze duaya çok dalmış olmasa biraz sohbet etmek isterdim. Hayatlarımız ve hayallerimiz birbirinden çok farklı olsa da birbirimizi tanımak birlikte yaşama kültürü inşa edebilmek için gerekli ve de çok zenginleştirici.

DÖNÜŞ YOLCULUĞU VE BİR OTOBÜS DOLUSU SEÇMEN

İkinci el eşya pazarındaki kalabalığı ve artık sıfır eşya almanın imkansız hale geldiğinden bahseden müşterileri geride bırakarak otobüs durağına seğirtiyorum. Çoktandır sadece öğrencilerin rağbet ettiği bir yer olmaktan çıkmış burası. Geçmişte sık rastlanmayan orta sınıfın da özellikle beyaz eşya almak için ikinci el pazarını tercih etmek zorunda kaldığını fark ediyorum. Suriyeliler ve Afrika kökenliler de çıkıyor karşıma.

İkinci el eşya pazarında dolaşırken de sabah kuşağı programlarını kaçırmazsınız.

Artık dönme vakti. Otobüse biniyor ve ikili koltuğa oturuyorum. Şoför son yıllarda sık rastladığım gibi hırçın ve tahammülsüz biri. Durakta sadece 65 yaş üstü yolcu olduğunu fark edince durmadan geçiyor. Atilla Atalay annesinin, bedava bineceğini düşünerek kendisini almadan geçmesin diye otobüs yaklaşırken elindeki kağıt parayı salladığını yazmıştı sosyal medyaya. Ne kadar incitici. Otobüsümüzün şoförü özel olarak seçilmiş gibi. Ani fren yapıyor, yolcu daha inmeden kapıları kapatmaya kalkıyor. Nihayet otobüs ahalisinden hoşnutsuz nidalar yükselmeye başlıyor. El frenini çekip ayağa kalkarak ağız dalaşına başlıyor. Konu yine benzin fiyatlarının durmaksızın yükselmesine ve buna karşılık bilet fiyatlarının düşüklüğüne, otobüse ücretsiz binen insan sayısının çokluğuna geliyor. Tartışma biraz yatıştıktan ve otobüs hareket ettikten sonra yolcuların çoğunun Çankaya sakini olduğunu gösterir biçimde AKP eleştirisi ve Altılı Masa’nın ne yapması gerektiğine dair futbol analizi benzeri taktikler havada uçuşuyor. Yanımda oturan 65 yaş üstü kart sahibi erkek yolcu, bir süre bu tartışmaya kulak misafiri oluktan sonra, Meclis’in önünden geçerken gördüğümüz türbanlı polisleri işaret ederek selamsız sabahsız konuya giriyor: “Bak, kapalı kızlarımız artık her yerde iş bulabiliyor. Eskiden var mıydı türbanlı polis?”

“Kızlarımız” sözü zihnimde salınırken üç-beş saat içinde karşılaştığım, konuştuğum, gözlemlediğim farklı seçmen profillerini hızlıca aklımdan geçiriyorum. Herkes gergin bir biçimde seçimin sonucunu bekliyor malum. Birkaç ay sonra karşılaştığım bu insanlarla birlikte sandığa gideceğimizi hatırlayarak ümitle ümitsizlik arasında mekik dokuyorum.

Tüm yazılarını göster