Son yıllarda coğrafyamız açısından değerlendirildiğinde,
eleştirel düşünmenin fazlaca yara aldığından söz edebiliriz.
KHK’larla üniversitelerin çoraklaştırılması akademide zaten hâkim
olan neo-liberal politikalarla birlikte düşünüldüğünde, bizi çok
daha vahim bir durumla karşı karşıya olduğumuz gerçeğiyle
yüzleştiriyor. Bu da eleştirel teorinin akademi dışında varlığını
devam ettirmesi için başka imkânları kovalamamız gerektiğini
hatırlatıyor. Elbette bilgi hiçbir zaman akademi tekelinde
olmamıştır ama akademinin sivil düşünme alanlarıyla teması sınırlı
olsa da önemliydi, kurumların gözetiminin dışına çıkıp, bunun için
mücadele eden akademisyenlerin varlığı bu açıdan kıymetliydi.
Şimdilerde yine yaşadığımız coğrafyayı işe katarak düşündüğümüzde,
eleştirel düşünme bir şekilde tüm sorunlarına rağmen devam
edebiliyorsa, inkâr edemeyiz ki yayıncıların ve süreli yayınların
sayesinde.
Sık tekrar etsek de kötü bir dünyada yaşıyoruz, daha önce
dünyayı anlama çabasında kullandığımız düşünme biçimleri de bundan
zarar görüyor, yetersiz kalıyor. Hakikat sonrası ile birlikte daha
da yükselen anti-entelektüalizm dünyanın sorunları karşısında
hakikat çabasını derin bir şekilde yaraladı. Çünkü bu konu sadece
popülist siyasetçiler üzerinden tartışılamayacak kadar önemliydi.
Düz dünyacılık, aşı karşıtlığı, iklim krizi gibi konularda
kapitalist şirketlerce desteklenen ekran yüzleri, sorunu daha
çetrefilli hâle getirdi. Bilim insanlarının yerini ne oldukları
hakkında tam bir bilgimiz olmayan uzmanlar aldı ki çoğunun küresel
şirketler tarafından fonlandığını söyleyen, pek çok materyale küçük
bir araştırmayla ulaşılabilir. Bundan dolayı, anti-entelektüalizmin
hem sermaye hem de popülist siyasetçiler tarafından desteklenen ve
yayılan bir duruma dönüştüğü zamanımızda, eleştirel düşünme, yalana
karşı hakikat çabası çok daha kıymetli.
MÜŞTEREK DÜŞÜNMENİN YOLU
Simon Critchley düşünmenin müşterek ve kurumsal biçimlerinden
söz eder.(1) Ona göre devlet üniversiteleri müşterek düşünme
biçimleri için yeterli değildir: “Modern biçimiyle üniversite,
piramit şeklindeki hiyerarşisi, disiplinlere bölünmesi, kürsülerine
kurulmuş profesörleri ve onlara yalakalık yapan itaatkâr
asistanlarıyla, büyük ölçüde Alman, Humboldtçu, on dokuzuncu
yüzyıla özgü bir icattır.” Bu anlamda üniversite, disiplinlerarası
ilişkiyi kesintiye uğratan, devlet gibi hiyerarşinin hâkim olduğu
bir yer hâline gelir ki devleti hatırlatan bir yer, özgür ve
eleştirel düşüncenin gelişmesine değil tam tersine zarar görmesine
sebep olur. Critchley yine de üniversiteleri devlet gibi görmeye
veya akademisyenleri kolluk kuvvetleri olarak tanımlamaya tam
olarak katılmaz ama üniversiteyi devlete bağlamanın “genelde
zayıflatıcı etkileri” olduğunu kabul eder ve “müşterek düşünmenin”
başka yolları üzerine düşünmek gerektiğini hatırlatır. İşte böyle
bir durumda bunun bir yolu bana kalırsa süreli yayınlar olarak
görülebilir. Akademik düşünmeyi dışlamayan ama devlet gibi görmenin
de önüne geçen dergiler, kitaplar bir şekilde “müşterek” olana alan
açar.
COGİTO DERGİSİ
Tüm bunlardan bahsetme sebebim hem bilginin
“müşterekleştirilmesi” hem akademi ve akademi dışı arasındaki
diyalogu sürdürmesi açısından çabasını değerli bulduğum, yüzüncü
sayıya ulaşan, “Cogito” dergisinden bahsedebilmek. Kendi okuma
deneyimimde, dergiyle ilişkilenmem ilk kez bellek çalışmalarına
merak saldığımda bir arkadaşımın tavsiyesiyle “Bellek: Öncesiz,
Sonrasız, 50. Sayı” ile olmuştu. O sayıdan sonra tüm sayıları takip
etmek ve edinmek için epey çabaladım. Unutamadığım çok sayı var
elbette, “Michel Foucault”, “Walter Benjamin”, “Feminizm”,
“Kötülük”, “Tarih Yazıcılığı”, “Neoliberalizmde Öznellik” ilk
aklıma gelenlerden. Derginin çabası kıymetli benim açımdan çünkü
akademi çatısı altında yeri olmadığını fark edenler, bir şekilde
eleştirel düşünme ve felsefeyle ilişkiyi sürdürmeye çalışanlar
açısından yapılan iş önemli. Ayrıca, dergi sayesinde dünyadaki
tartışmalara kendimizi açabiliyor, pek çok düşünüre temas etme
imkânı yakalıyoruz.
NEDEN 'ELEŞTİRİ ZAMANI'?
Cogito Dergisi yüzüncü sayıya ulaştı ve “Eleştiri Zamanı” dedi.
Yaşamın şeyleştiği, dünyanın bir “egemen virüs” tarafından esir
alındığı, ölümle yaşam arasında günlerin hüküm sürdüğü bir dönemde,
yüzeysel olandan çıkıp eleştiriyi derinleştirmeye bir çağrı olarak
yorumladım bu sayıyı. Ayrıca, Foucault’nun eleştiri nedir metninde,
“yönetilmek istememek”le eleştiri arasında kurduğu bağlantıyı da
hatırlattı bu bana: “Yönetilmek istememek, bu şekilde yönetilmek
istememek, söz konusu bu yasaları doğru/adil olmadıkları için,
eskiliklerinin ya da bugünün egemeninin onlara bahşettiği az çok
tehditkâr parlaklıklarının ardında asli bir gayrimeşruluk
sakladıkları için kabul etmek istememek anlamına da gelir”(2)
diyordu, Foucault. Yazının başından itibaren sözünü ettiğimiz gibi
yalan siyasetiyle, akademideki neo-liberal uygulamalarla, popülist
siyasetçilerin ve sermayenin desteğiyle yükselen
anti-entelektüalizmle yaşamak ve yönetilmek istemiyoruz. “Bu
şekilde yönetilmek istememek” açısından eleştiriyi devreye sokarak
şöyle devam ediyordu, Foucault: “O halde bu bakış açısından
eleştiri, hükümet/idare karşısında talep ettiği itaat karşısında,
ister monark, ister hâkim, ister eğitimci, ister aile babası olsun,
herhangi bir hükümetin boyun eğmesi gereken evrensel ve zaman
aşımına uğramayan hakları öne sürmektir.” Eleştiri, evrensel olarak
kabul edilmesi gereken hakları öne sürmektir, eleştirel düşünceyi
sürdürmek geçmişten bugüne düşüncenin uğrak noktalarını işin içine
katarak, içinde bulunulan zamanın sürüp giden dehşetini kesintiye
ulaştırmanın bir yoludur. Bu nedenle kaybolup gittiğimiz boşlukta
eleştirmeyi sadece yüzeye temas eden bir şey olmaktan kurtarmak,
“bu şekilde yönetilmek istememenin” bir yolu olarak da devreye
sokmak gerektiğini hatırlamalı. Bu nedenle “Eleştiri Zamanı”
başlığını bir çağrı olarak okuduğumu da belirtmeliyim.
“Eleştiri Zamanı”nın giriş yazısında, aynı zamanda sayının da
editörü olan Şeyda Öztürk, şöyle söylüyor: “Yaşam krizde. Bu özgül
krizler çağında, ‘geçmişin yeni durumu açıklamada yardıma koşmadığı
yerde, bunun bir dezavantaj değil, kriz içinde yeni olanakları
geçmişin yükü altında ezilmeden, eldeki malzemeyi işleyerek yeni
formlar yaratma kapasitesi olduğunu hatırlamak’ yenilikçi
karakteriyle eleştirellik için önemli bir başlangıç noktası. Bu
yolda, bir yandan eleştirinin etkili olması için eleştirinin
eleştirisinin nasıl yürütülmesi gerektiğini sürekli gündemde
tutarken, öte yandan eleştirinin öznesini sorgulamak ve kurmak
gerek.” Geçmiş, yeni durumu açıklamakta yetersiz kalıyor ama
geçmişin gölgesini bugüne düşürmek, dünyanın bilgi ve deneyimlerini
eleştiriyi canlı tutmak açısından işlevsel kılmak, Öztürk’ün işaret
ettiği gibi bunu çıkış için bir başlangıç olarak görmek önemli
görünüyor. Çünkü bu eleştiriyi aşındıran faktörlerin eleştirisini
yapmak, eleştirinin yöneldiği özneyi de tartışmak ve yerini tespit
etmek anlamına gelebilir, önümüzü görmenin, başka olasılıkları
çağırmanın bir yolu olabilir.
Tüm bunları düşündüğümüzde evet, “Eleştiri Zamanı”, bu
nedenlerle metnin tamamını okumak için sabırsızlanırken, “müşterek
düşünme”nin yolunu açan, Cogito gibi süreli yayınların, şimdinin
zamanını anlamak ve eleştirel düşünmeyi bırakmamak açısından daha
da artmasını umuyorum.
Dipnotlar
- Critchley, S., (2020), “Varoluşçuluk, Fenomenoloji, Ontoloji
‘Düşünmenin Kurumsal Biçimi Nedir?’”, s. 73, (Çev. Can Evren),
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
- Foucault, M., “Eleştiri Nedir?, Kendilik Kültürü”, s. 38, (Çev.
Murat Erşen), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.