Musul ve yalanla yaşamada yeni aşama
Bu kadar bariz bir çelişkinin Türkiye’deki hayata tesiri olacak mı? Hayır. Niye? Çünkü, ilkin çelişkiden haberdar olacakların sayısı pek az kalacak, ikincisi, tarafımız belli, hepimiz kendi yalanlarımızı seviyoruz.
Ankara’dan, özellikle Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından Bağdat’a diplomatik dilin tamamen dışında, “seni takmayız” motifi içeren, tehditkâr mesajlar veriliyor, Türkiye’de “alırız, ezeriz, geçeriz, kimse de karışamaz” havası yaratılıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Irak topraklarına girip kafasına eseni yapabileceği, buna âdetâ doğal hakkı olduğu izlenimi uyandırılıyor. Bunun, artık pratik-fiilî önemi kalmasa da geride, zeminde Türkiye’deki iktidar yapısını belirleyen “oy oranı” faktörüne tesiri ne oluyor, bilmiyoruz. “Oluyor ki yapıyorlar” diye düşünmek durumundayız.
Ancak mesele şu ki, bu söylem, Türkiye toplumunun en büyük sorunlarından birini daha da büyütüyor, derinleştiriyor, marazîleştiriyor. Bu, hakikatle aramızdaki mesafe ve yalanla yaşama sorunudur. Yalanla yaşamak, yalanla yaşadığını bilen, ama böyle bir hayatın tabiatı icabı bunu külliyen inkâr etmek zorunda olanı hasta eder.
Hakikatle giderek açılan mesafeyi bir iktidarın ideolojik veya genel olarak dünya görüşüne dair dayanağı kılarsanız, haliyle, yalanlarınızın sayısı artar, yalanlarınız giderek çürükleşir, açığa çıkan yalanlarınızı mütemadiyen yenileriyle örtmeniz, tamir etmeniz, değiştirmeniz gerekir; hayatınız yalandan ibaret olur. Ve bu doğallaşır.
18 Ekim günü Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, AKP Meclis grup toplantısında şöyle dedi: “…koalisyon güçleri içerisinde havadan müdahalede bizim Hava Kuvvetlerimiz de yer almıştır. 'Musul'da Türkiye'nin işi yok.' diyenler cevabını almıştır.”
Aynı başbakan, aynı grup toplantısının çıkışında gazetecilerin sorularını cevaplarken de şunları söyledi: “Şu anda değil, [uçaklarımız] kullanıldığı zaman koalisyonun içinde bizimkiler de yer almış olacak. Önemli olan koalisyonun içinde yer almak. Türkiye'nin koalisyon içinde yer alması konusunda bir mutabakat var.”
Yani TC jetleri Musul harekâtı bünyesinde hava operasyonuna katılmış mı? Partililerin, tabanın daha çok haberdar olacağı, esip gürleme ortamı olan AKP grup toplantısına kulak verenlere göre, evet. Başbakanın gazetecilere dediklerini işitenlere göre, hayır.
Bu kadar bariz bir çelişkinin Türkiye’deki hayata tesiri olacak mı? Hayır. Niye? Çünkü, ilkin çelişkiden haberdar olacakların sayısı pek az kalacak, ikincisi, tarafımız belli, hepimiz kendi yalanlarımızı seviyoruz.
Fakat uluslararası politika alanına gelindiğinde işler böyle yürümüyor. Bu yüzden de, hakikatle mesafenin en çok açıldığı alan orası. “Girerim, ezerim, geçerim” diyorsun, “sen kimsin ya!” postası koyuyorsun, “onunla mı konuşacağım!” diye babalanıyorsun, fakat aslında heyet yollamışsın, oturmuş güzel güzel konuşmaktasın.
BAĞDAT İLE GÖRÜŞMELER
Al Jazeera Türk’ten Ece Gökçesedef, Bağdat’a giden dışişleri heyetinin temaslarının ötesini berisini gayet güzel toparlamış. Irak’ın militan Şii liderlerinden Mukteda el-Sadr’ın çağrısı üzerine on binin üzerinde insanın protesto için Türk Büyükelçiliği önünde toplandığı sırada gerçekleştirilen diplomatik görüşme, elbette, “kimsin lan!” babalanmalarıyla, “girerim, ezerim, geçerim” postalarıyla alâkası olmayan, mâkûl bir havada cereyan etmiş.
Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Ümit Yalçın başkanlığındaki TC heyeti, AJ Türk’ün haberine göre, Telafer ve Musul şehir merkezlerine Şii milislerin girmemesi, Sincar’daki PKK unsurlarının başka yerlere yayılmasının önlenmesi konusunda Bağdat’tan güvence almış.
Esas ilginç nokta: heyet Iraklı yöneticilere, “çekin-çekmeyiz” krizine yolaçan Türk askerlerinin bulunduğu Başika kampının uluslararası koalisyon komutasına geçmesini önermiş! Yani kampın Bağdat tarafından kabul edilebilir bir meşru statüye geçmesini bizzat istemiş!
Niye bu cümlelerin sonunda ünlem var? Çünkü bu talep, “sen kimsin lan!” babalanmasının nasıl bir kandırık tiyatrosu repliği olduğunu ortaya koyuyor. Ankara Bağdat’a diyor ki: Benim askerlerimin bulunduğu ve eski Musul valisinin silahlı adamlarını eğittiği kamp, senin davetinle burada bulunan, senin açından meşru olan uluslararası koalisyonun komutasına geçsin, böylece ben de burada sana rağmen asker bulunduran gayrimeşru dış güç konumundan kurtulayım.
Bunu başbakanın “önemli olan koalisyonun içinde yeralmak” sözüyle birarada düşünelim. Havuz medyası üslûbuyla bu haber -tersten- pekâlâ şöyle verilebilirdi: “Ankara yalvardı: Bizi de alın!”
Devam edelim. Aynı habere göre, Özbekistan’da bulunan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Bağdat ile görüşmelerin “son derece pozitif” geçtiğini söylemiş, “Düşüncelerimizi yazılı şekilde de paylaştık, onlar da başbakanlarıyla [vurgu benim -ük] görüşüp düşüncelerini bizimle paylaşacaklar,” demiş. Bağdat’tan bir heyet de belki Ankara’ya gelecekmiş.
HAKİKAT VE HAMASET
Acaba TC dışişleri bakanının bahsettiği “başbakanları”, TC cumhurbaşkanının “benim kıratımda, kalitemde değilsin” diye azarladığı uzak Osmanlı vilayeti valisi mi? Bu diplomatik süreçler yürürken, TC cumhurbaşkanı, akademik yıl açılışında, “Senin ‘Bağdat Bağdat’ dediğin nedir?” diye haykırıyor. “Senin ‘Bağdat’ dediğin, tamamen Şia'dan oluşan bir ordunun yönetmenidir. Biz onlarla mı konuşacağız?” Evet, onlar kim ki onlara danışılıp da heyetler gelecek falan?
Ve fakat konuşuyorsun işte! Hakikat bambaşka.
Gökçesedef’in haberine göre, TC dışişleri, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi lideri Mesud Barzani’nin “Ankara operasyona katılacaksa Bağdat’la anlaşsın” açıklamasını “anlayışla” karşılıyor! Bakın, yine ünlem. Neden? Çünkü gerekiyor : ) Çünkü uluslararası ilişkiler, reel politika falan, bunlar babalanmayla, posta koymayla yürümüyor. Çünkü hakikat bambaşka.
Buraya kadar aktardıklarımdan anlaşılmış olmalı ki, aslında Ankara da bu işleri öyle yürütmüyor. Dışişlerinden heyet gidiyor, muhataplarıyla oturup doğru dürüst konuşuyor, dışişlerinden mâkûl birileri, “e tabiî, Barzani öyle konuşacak, çünkü şartlar şöyle, gereklilikler böyle” diyor.
Fakat Türkiye içerisinde yaratılan manzara, Yavuz Selim’in Dabık’ı aldıktan sonra Halep’e sancak dikeceğini, Musul’dan, üzerine koca ayyıldızlı bayrak serilmiş büyükçe bir petrol borusunun Marmara sanayi bölgesine uzatılmasının an meselesi olduğunu vaat ediyor. Bakın, şu anda Türkiye’de iktidara hakim olmuş, hakimiyeti toplumsal hayatın her alanına yaymaya çalışan siyasî hareketin lideri, “Reis”, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti adlı egemen devletin cumhurbaşkanı nasıl konuşuyor: “Şimdi onu da konuşuyorlar. İşte 30 bin kişiyle Haşdi Şabi geliyor. Kaç bin kişiyle gelirse gelsin, geleceği varsa göreceği de var.”
Bu hamasetle nereye kadar? Üstelik sorun sadece hamaset yapılıyor olması değil. Bunun büyük yalanlarla yaşamaya katkısı.
YALAN ÂLEMİNİN DELİKLERİ
Zaten memleketteki bilumum belanın baş kaynaklarından olan eğitim sisteminin de, yerine kesinlikle hiç değilse kendi içinde tutarlı bir alternatif konmaksızın berhava edildiği şu ortamda, yalanla yaşamanın bedeli bugüne kadarkinden çok ağır olacak. Şimdiye kadar, dünya ölçeğinde, uluslararası kalitede bilim-teknoloji (hemen hiç) ve sanat eseri (pek az) üretememiştik, mantık-muhakeme alanında acayip geri kalmıştık, bu yüzden eşit haklar-hukuk, fair play, herkes için geçerli kurallara tâbi ortak yaşama alanları vs. kavramlarımız gelişmemişti. Şimdi, bunun üzerine, geleceğe dair, hepsi de kanlı çeşitli ihtimallerden başkasını üretemeyecek bir toplumsal ortam oluşturuyoruz. Hakikat ile ilişkinin kopması kötüdür. Faşistlere, diktatörlere yarar.
Nâçizâne, herkesin oturup şu “hakikat ile ilişki” meselesi üzerine kafa yormasını çok isterdim. Zira hayata dair iddialarınız, dünyayı görüşünüz, anlamlandırışınız, bizzat yarattığınız bir yalanlar tünelinden geçerek şekilleniyorsa, ister istemez müzmin kişilik bozukluğuna sürükleniyorsunuz. Ve kişilik bozukluğu illetine, tek tek münasebetsiz bireyler olarak değil de koca koca toplum kesimleri olarak tutulduğunuzda, işte, ortaya bizimki gibi bir toplumsal hayat çıkıyor.
Ne yazık ki bunun tek sorumlusu, etrafa posta koymayı aslî iç politika silahı haline getirmeye niyetli, totaliterlik peşindeki iktidar değil. Biz, deliklerinden hakikatin bölük pörçük de olsa kendini gösterebildiği bir yalanlar âleminde büyütülmüştük; şimdi gözleri kulakları 7/24 boş bırakmayan, aklı ve muhayyileyi ezen, paramparça eden, kimsede deliklerden dışarı, hakikate doğru bakma isteği bırakmayan, hattâ hakikat diye bir şeye lüzum olduğuna dair şüphe kırıntılarını da savaş meydanlarının tozuna karıştırıp yok etmeyi amaçlayan bir manevî saldırı karşısındayız.
Katılmış mı peki uçaklar operasyona?