Yıllar yıllar önce (15 yıl önce olabilir), aniden şarkı söylemeye başlayan ve aniden ünlü olan genç bir kadın vardı. O dönemdeki birçok ünlü gibi, o da hem şarkıcı hem sunucu hem oyuncu hem de filozoftu.
Kendisi, şarkıcılığından çok, ilk kez bu filozof yönüyle dikkatimi çekmişti. Savaşa karşı olduğunu, savaşın onu çok etkilediğini çünkü makyaj ve elbise masrafı olduğunu söylemişti. (Bu cümleyi, herhangi bir mantık düzlemine oturtmak için çok çabalamış, dakikalarımı harcamış ama başaramamıştım.)
“Beni ne biçim aldattın ve terk ettin! Allah belanı versin!” konseptli bir şarkısının başından sonuna kadar, (yüzündeki gülümsemeyi hiç bozmadan) neşe dolu bir kıvraklıkla dans ediyordu. Bütün sorulara “Yani sonuçta bir cennet vatan olan ülkemizde...” diye başlayarak cevap veriyordu.
Hiçbir şeyden haberi olmadığı için mi, haberi olsa da konuyu anlamadığı için mi, konuyu anlasa da umursamadığı için mi, umursasa da işine gelmediği için mi bilinmez ama her zaman çok mutluydu.
Globalleşen dünyamızda olan biten her şeye gözlerini, ağızlarını, kulaklarını ve kalplerini kapatarak, bitki bitki yaşayan tüm insanların temsilcisiydi benim için. Bitkiydi ama mutluydu. Cennet vatanda, hayat ona güzeldi.
En son, “Formumu korumak için, üç beyazdan uzak duruyorum yani tuz, şeker ve börek.” dediği gün, ona kafayı takmaktan vazgeçtim. Yıllar boyunca da kendisinden hiç haber almadım.
3 gün önce, Manisa’da parkta yalnız yürüyüş yaparken, hiç tanımadığı birinin saldırısına uğrayan Ebru Tireli’nin konuşmasını izliyordum. Şaşkındı, üzgündü, korkmuştu, siniri bozulmuştu, sesi titriyordu.
Ebru Tireli, saldırgana “Lütfen vurma. Tamam, sen haklısın. Bir daha parkta yürümeyeceğim, özür dilerim...” dediğini ve bunun ona ne kadar ağır geldiğini anlatırken, birden bu şarkıcıyla karşılaştım.
Bilgisayar ekranımın bir yanında, gözlerinden ip gibi yaşlar süzülen Ebru Tireli vardı, diğer yanında da mutlulukla gülümseyen bu şarkıcı. Bunca yıldır hiç değişmemiş olamazdı ama değişmemişti. Hiç yaşlanmamıştı ve (sanki) hiç üzülmemişti. Nasıl olmuştu bu yahu?
Tam bu gizemli durumu çözmek için düşünmeye hazırlanırken, şarkıcı konuyu aydınlattı.
“Biz, hayata rol yapmak için gelmişiz. Bu rolü çok iyi oynamalıyız ki, mutlu olalım. Annelik ve eşlik de bir rol. Bütün fanlarıma, kadınlara da söylüyorum. ‘Allah büyük!’ diyerek, rolünüze başlayın. Ben hayatımdan çok memnunum.” diyordu röportajında.
Başka şeyler de diyordu... Mükemmel hayatını, gelecek planlarını, yarınlara ne kadar umutla baktığını, nasıl da zeki, çevik ve ahlaklı bir insan olduğunu anlatıyordu. Hem seksi, hem akıllıydı. Hepsinden önemlisi, hayatta çok iyi rol yaptığı için kendisiyle gurur duyuyordu.
“İçinde en çok ‘mutluluk’ kelimesi geçen konuşma ödülü” diye bir şey olsa, kesinlikle alırdı.
Her kelimesinden mutsuzluk akan bir mutluluk konuşması yapmıştı. Yüzüne, 15 yıl önce yapıştırdığı gülümsemeyle ağlıyordu bu kadın. Rol yaptığını gururla itiraf edecek kadar da karışıktı kafası.
Ebru Tireli’nin de kafası karışıktı. Tanımadığı biri, durup dururken saldırmıştı ona. Bir insan ne kadar mutsuz olabilirse, o kadar mutsuzdu.
Benim kafamsa, hiç karışık değildi... Önce şarkıcıya, sonra Ebru Tireli’ye baktım.
Sonunda, mutlu yaşamanın sırrını bulduğumdan emin oldum: Karışmaması için, kafayı güzelce kuma gömmek; sonra hiç düşünmemek, bilmemek, kızmamak, sormamak, konuşmamak, görmemek, duymamak, aldırmamak.
İşte bu kadar basit. Mutlu günler dilerim.