Sibel Ünli’nin intihar haberi önceki gün hepimizin kalbine bıçak gibi saplandı. Gencecik bir insanın en zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamadığı için, iş bulamadığı için hayattan umudunu kesmesi hiçbirimiz için kaldırılabilir bir şey değildi. Geçinemediği için kendini de çocuklarını da öldüren anne-babalara, kardeşlere rastladık. Her biri için ayrı ayrı yandık. Ama kartındaki bir lirayla işsiz ve çaresiz bıraktığımız bu genç insan hepimizin utancı. En çok da yönetenlerin. Ya da yönetemeyenlerin.
Ünli'nin acı haberini almadan hemen önce, yine onun üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilerin üç öğün yemek hakkı ellerinden alınmıştı ve öğrencilerin protestosu yine polis şiddetiyle karşılanmıştı. Gençlere, kadınlara, ülkenin iyiliği için mücadele edenlere, devletin hatası sebebiyle ölenlerin yakınlarına, hatta hastalara ve dahi ölenlerin anısına, daima, gösterilen ağır şiddet gibi… İşte bu şiddete halkın gösterdiği tepkinin üzerine gelince haber ayrıca canımız yandı. Öğrencilerin protestosu şaka değil yani; yaşamsal bir gerçek. Yahut Süleyman Soylu’nun şiddete karşı ayaklanan kadınlar için söylediği gibi, dertleri devlete karşı ayaklanmak falan da değil, düpedüz hayatta kalma kaygısı.
Özünde “Bir hırka bir lokma” anlayışı olan dini, saraylarında oturdukları tahttan siyasete alet edenlerin anlayabileceği bir şey değil geçim sıkıntısı. Olmadı mı olmuyor işte meret. Kış günü kartında 1 lira 40 kuruş olabiliyor insanın. Ekmek bile alınamayabiliyor. Bir yerlerde haybeye savaş çıkararak algı yaratıp oy devşirmekten daha öte bir sorumluluk duygusu istiyor yöneticilik. Toplumlar sosyal devlet denilen mekanizmayı, kendilerine hizmet etsin, en azından zorunlu ihtiyaçları karşılansın diye oluşturmuşlar en kaba tabiriyle. Yönetenlerin en elzem ve ilk olarak yerine getirmesi gereken görevi insanların temek hak ve özgürlükleri kapsamında zorunlu ihtiyaçlarını ücretsiz şekilde yerine getirmektir. Gerisi teferruattır. Bunları tek tek anlatacak noktalara gelmişiz. Düşünün ki teferruatlar o derece menfaat aracı birer öncelik olarak kullanılmaya başlanmış. Utancın dibi. Utanana…
Ülkenin ruh sağlığı öyle kolay bozulmadı. Her gün şiddet, her gün haksızlık, her gün açlık, her gün baskı ve korku, her gün ağır gelecek kaygısı yaşadı insanlar; her gün bir şeyleri kaybetti. Nihayet rengi kaçmış, soğuk, donuk, güvensiz, gergin, her köşesi suç ve suçlu dolu, mutsuz mu mutsuz bir ülke oldu çıktı. Kolektif bilinç, kolektif depresyon olarak kucağımıza verildi.
Her gün ekonominin uçtuğunu kaçtığını manşet atan Güneş ve Star gazeteleri kapandı da, kağıt israfının minik de olsa önüne geçildi. İşte ekonomi uçarken ve aileler, gençler aç biilaç ölürken, bizi kıskanan bazı ülkeler “mutluluk ekonomisini” planlamaya başlamış. Şöyle ki:
İzlanda’nın 43 yaşındaki başbakanı Katrin Jakobsdottir, ülkesinin vatandaş mutluluğunu öne koyan bir ekonomik model üzerinde çalıştığını açıkladı ve diğer ülkelere de benzer politikaları benimseme çağrısı yaptı. Jakobsdottir, ekonomik büyüme odaklı politikaların yerini, aile dostu, çevre odaklı politikaların alması gerektiğini söylüyor. Londra’daki Chatham House’da konuşan Jakobsdottir, vatandaşın beden ve ruh sağlığını önceleyecek bu modeli “mutluluk ekonomisi” olarak tanımlıyor. Jakobsdottir, bu ekonomik modelin, gayrisafi yurtiçi hasıladan çok sosyal göstergeleri dikkate alacağını anlatıyor:
“Kennedy’nin (ABD Bakanı) şu sözlerinin üzerinden 50 yıl geçti: ‘Gayrisafi milli hasıla, yaşamı değerli kılan şeyler dışarıda bırakılarak hesaplanır’. Ekonomik büyüme değerlendirilirken, bu büyümenin nasıl gerçekleştirildiğine de odaklanmalıyız. Tüm eksikliklerine karşın büyüme rakamları, ekonomik başarının temel öğesi olarak değerlendiriliyor. Bizim, İskoçya’nın ve Yeni Zelanda’nın savunduğu mutluluk ekonomisi modeli ise, BM Sürdürülebilir Kalkınma hedefleri çerçevesinde, bugün ve gelecek nesillerin mutluluğunu amaçlıyor. Bu ekonomik model, ortak mutluluğun sağlanması için, bir toplumun yalnızca ne kadar zengin olduğunun değil, ne kadar mutlu olduğunun da değerlendirilmesi üzerine kurulu. Hayat kalitesini, yalnızca veriler üzerinden değil, mutluluk perspektifinden de değerlendirmeliyiz. Çocuklarımız ‘Gezegeni niye kurtarmadınız?’ diye sorduğunda, ‘Kapitalizmi ayakta tutmaya çalışıyorduk’ demek istemiyorum.
Ne denir ki; bir başbakan gelecek nesillere vereceği cevabı düşünüyorsa orada iç rahatlığıyla yaşanır, evet. Ülkenin muktedirleri, geçiniz gezegeni kurtarmayı, bir üniversiteli gencin yaşamını kurtarmayı dahi dert edinmiyor. Ekonomi uçtu diyenler, ülkedeki toplu intiharları görmezden geliyor. “En az üç çocuk” talimatını şimdilerde beşe çıkaranlar, o çocukların ne yiyip ne içeceğini hiç ama hiç düşünmüyor. ‘Genç nüfus!’ diye kendini harap edenler gençlerin hayatta kalabilmesi için gerekeni asla yapmıyor. Elin başbakanı ekonomik kalkınmayı mutluluk üzerine kurgularken, buradakiler ekonomik büyümeyi vatandaşa kalkınma diye yutturmaya çalışıyor. Hoş, artık ekonomi zaten hacmen bile küçülüyor.
Yazı biterken İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin üç öğün indirimli yemek hakkına dokunulmayacağı haberini aldım. Direnmek, hakkını söke söke almak en çok gençlere yakışıyor galiba. Yazıyı umutla bitirmemize vesile oldukları için minnertarım ama Sibel Ünli çıkmasın aklımızdan hiç. Onu hep hatırlayalım ki bu ülkeyi iyi bir yer yapmak için vermemiz gereken çabaya güç bulalım.