Kalbin atmaya devam edebilmek için düzenli aralıklarla kırılmaya da ihtiyacının olduğunu biliyorsanız seyredebileceğiniz bazı filmler var. Hep reçete edildiği tarzda, “size iyi gelecek” filmler değil bunlar. Kalbiyle irtibatı olan herkesi kendi iç duvarlarından iç duvarlarına fırlatacak, birkaç sahnesinde gözyaşı döktürecek, üstelik bu acı seansının sonunda da bir katharsis vaat etmeyen filmler. Sadece film süresince değil, en azından bir iki gün boyunca içinizde “oynamaya” devam edecek, bir kaza sonrasında benzer deneyimi yaşayan insanlar gibi, bu filmi izleyenlere ulaşmak isteyeceksiniz. Hayatın 24 ayar gülümsemeli Instagram fotoğraflarından ibaret olmadığını, daima iyi, neşeli olmanın, her şeyi üç günde atlatmanın imkânsız, çağcıl bir yalandan ibaret olduğunu hatırlamanızı sağlayacak çünkü. Kalbin bulunduğu yerden çok öteye kıpırdamasının göründüğü kadar kolay olmadığını, yaranın üstünü kapatmanın faydasızlığını hatırlatacak. Rilke’nin dediği gibi “kalpte çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol”mak gerektiğini, cevapların elinize verilmeyeceğini, cevabı size sizden başka kimsenin de vermeyeceğini… İnsanların her şeyden çok “hayat sabırsızı” olduğu bu zamanda başka hayatlara dair ahkam kesmenin kolay, hayatı(nı) gerçekten göğüslemeninse çok zor ama gerekli olduğunu… Bazı filmler size “hemen” iyi gelmeyecek ama işte tam da bu nedenlerle “nihayetinde” iyi gelecek. Sinemamızdan bu yollu 10 film seçecek olsam listeye mutlaka “Kırık Bir Aşk Hikayesi”ni koyarım. Şimdi MUBI’de gösterimde, izleyin ve bırakın, kalbiniz kırılsın. Sonu iyi olacak.
Bu şahsi listemin birinci sırasındaki “Vesikalı Yarim” hakkında daha önce yazmıştım. “Kırık Bir Aşk Hikayesi”ni son izleyişimde bu birbirine hemen hemen hiçbir açıdan benzemeyen iki film arasındaki “bağlar” üzerine de daha çok düşündüm.
“Sevmek de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık.” (Vesikalı Yarim)
“Ben seni hiç unutmadım. Mutluluk yanımızdan gelip geçti.” (Kırık Bir Aşk Hikayesi)
Böyle kolay anlatılabiliyor ama bu iki film arasındaki akrabalık bu ciğer söken repliklerden ibaret değil. Lütfi Ömer Akad, Safa Önal iş birliğinin ürünü olan “Vesikalı Yarim” (1968) “tanıdık ve tuhaf” bir çerçeve içinde Yeşilçam kalıplarını hem çok ustaca kullanır hem de bunları bilerek darmadağın eder. Öyle bir filmdir ki, kendisine çok yakışan o elbiseyi sonunda giymiş kadın oyuncunun göründüğü sahne gibi “Yeşilçam aslında ne kadar iyi (olabilirmiş)” dedirtir. “Keşke”leri bu kadarla kalmaz ama. İmkânsız aşkından ülke hallerine, pek çok konuda pek çok “keşke” dedirtir…
Ömer Kavur, Selim İleri ürünü “Kırık Bir Aşk Hikayesi” ise 1981 yapımıdır, darbe sonrası sinemasının Yeşilçam geleneğinden keskin biçimde ayrılan türlü arayışlarının izleriyle beraber bu ikilinin çok güçlü, özgün imzasını taşır. Sinemamızın güçlü “auteur”lerinden olan Ömer Kavur’un belki en iyi filmi değil ama benim en sevdiğim filmi.
Ömer Kavur’u Ömer Kavur yapan şeylerden biri de hep edebiyatçılar ve senaristlerle çalışmış bir “büyük yönetmen” olmasıdır. Yusuf Atılgan’dan (Anayurt Oteli) Orhan Pamuk’a (Gizli Yüz) hem edebiyat uyarlamaları yapmış hem de “Kırık Bir Aşk Hikayesi” kadar başarılı olmasa da kendi içinde yine bir tuhaflıklar alemi olan “Göl”de senaryoda Selim İleri’yle çalışması gibi, yazarlarla güç birliğine gerçekten değer vermiştir. Bu da onun imzasından hiçbir şey eksiltmez, hatta aksine meselesini de özgünlüğünü de pekiştirir. Sinemamızda, “büyük yönetmenler mutlaka kendi filmlerini kendileri yazan yönetmenlerdir”, gibi bir büyük yanlış anlama olduğu için bu durumun altını önemle çiziyorum.
“Keşke” ve “çok geç”… Bu iki filmin duygusunu anlatmanın kısa yolları. “Çok geç”le kastedilen daima, daha hikâye başlamadan hatta daha karakterler doğmadan önce de “çok geç” olduğu. Yerli anlatının en sağlam köklerinden biri olan melodramın ve ülke aydınının hatta maalesef ülkenin hücrelerine sinmiş o “baştan kaybetmişlik” hissi. Değişebilecek pek çok şey tam da bu nedenle değişmez, şahsi hayatlardan son seçimlere, alın bunu nereye isterseniz uyarlayın.
Her iki film de çok leziz, çok hüzünlü bir aşk hikayesi gibi görünür ama aynı zamanda “bala düşmüş sinek” gibi tam da bu hüzne, acı çekmenin belirli bir biçimine bağımlı olmanın hikayesidir. Geçmişiyle asla tam yüzleşemeyen, acıyı daima mutluluğa tercih eden, yaşamın güzelliği ve anlamına dair pek çok fikri olsa da yaşamaktan daima kaçan, Doğu ile Batı ve daha pek çok şey arasında sıkışmış ve hayal etmeyi aslında çoktan unutmuş bir ülkenin ve insanlarının hikayesi…
Her iki filmde de özellikle erkek karakterler hem hayallerini yaşama hem de mutlu olma imkanını yakalar hatta bu yolda pek çok badireyi de atlatırlar. Ama sonunda “aile” çeker, “kasaba” çeker, o kıvıl kıvıl birincil bağlar, geçmiş, kendine inançsızlık vs. dibe çeker de çeker. Okyanusta yüzmeye koyulmuşken döner kasabalarının deresinde boğulurlar. Bildikleri cehennemi, belirsizliklerle dolu ve kazanılması, uğruna gerçekten mücadele edilmesi gereken, bu dünyadaki “cennet”e tercih ederler. Prangaları içlerindedir.
“Vesikalı Yarim”in sonunda Halil (İzzet Günay), bir uzun maceradan sonra “yuva”ya döner ama aklımız ve kalbimiz sokaklarda hayatın içinde, kameraya doğru yürüyen Sabiha’da (Türkan Şoray) yani “başka bir hayat mümkün” ihtimalinde kalır.
“Kırık Bir Aşk Hikayesi”nde Fuat (Kadir İnanır), doğduğundan beri kendini mutlu ve tamamlanmış hissetmediği kasabanın ortasına kurtarma helikopteri gibi inen edebiyat öğretmeni Aysel (Hümeyra) ile kırık dökük olduğu kadar da büyük bir yasak aşk yaşar. Sonunda sorumlulukları bile değil, birincil bağları ve cebindeki ağır taşlar nedeniyle “durur”, hayatının aşkını kaybeder ve istemediği bir evliliği yapar. 10 yıl sonra bir garda karşılaştıklarında Aysel’e “Ben seni hiç unutmadım. Mutluluk yanımızdan gelip geçti,”der. Filmin izleyiciyle buluştuğu 1981 Türkiye'si gibi bugün için de hem aşka hem de “başka bir hayat mümkün(dü)”ye dair nice toplumsal anlamla yüklü bir cümleyi kalbimize böylece saplar.