Geçen haftanın en önemli haberi Twitter’ın Türkiye’de yedi bin hesabı kapatmasıydı. O meşhur, sosyal medyayı maniple etmek üzere oluşturulduğu söylenen trol ordusu, ilk kez bizzat Twitter tarafından spot altına alındı. Twitter, kamuoyunu ve siyaseti yönlendirmek için oluşturulan bu mekanizmayı teşhir etmekle kalmadı, hesapları kapatarak ilkesel bir tavır almış oldu. Twitter, herkesin istediği gibi hareket ettiği, gücü ve aklı yetenin egemenlik kurabileceği, sadece ticari, tamamıyla liberal bir alan olarak kalmayacağına dair önemli bir işaret verdi. Adeta bir takım kuralların belki de ahlaki ilkelerin ve sosyal faydanın gözetildiği, müdahaleci ve kontrol edilen bir alan olacağını ilan etti. Bu yolda sadece Türkiye’de değil Amerika’dan Rusya’ya her yerde iktidarlarla sürtüşmeyi göze aldı. Tabii sosyal faydanın bir şirket yönetimine emanet olması hali tartışmaya açık, o ayrı. Ama yine de sosyal medyanın gelecekte daha insani bir yer olabilmesi bakımından da ümit verici bir gelişme bu. Çünkü sosyal medya, özellikle Twitter, çoktandır ‘vaatler ülkesi’ olmaktan çıkıp ‘vahşi batıya’ dönüşmüş durumdaydı...
Vahşi Batı ya da Amerikan rüyası; ne olursa olsun Twitter’dan vazgeçemiyoruz bir türlü. Çünkü az sonra sözünü edeceğim türden harika sürprizler de bulunuyor burada. Geçen hafta tarihçi arkadaşım Kansu Şarman’dan gelen bir WhatsApp mesajıyla haberdar oldum. Benim de sıkı takipçisi olduğum Seda Özen, Twitter hesabında Reşad Ekrem Koçu’nun iki dakikalık bir görüntüsünü paylaşmış. Popüler tarihin emsalsiz üstadı Reşad Ekrem Koçu’nun hayranları için altın değerinde bir kayıt bu. Bildiğim kadarıyla Reşad Ekrem’in bir konferansta dinleyiciler arasında göründüğü tek bir kayıttan söz edilirdi sadece… TRT’nin 1973’te yaptığı bu kayıt, Reşad Ekrem’in ölümünden iki yıl önceki görüntülerini günümüze taşıyor. Burada İstanbul Ansiklopedisi’nin müellifi, yazı masasında, daktilosunun arkasında aldığı notlara bakarak, dura dura, bize Kapalıçarşı’yı anlatıyor. Yine kendine özgü bir yaklaşımla, tarihsel olanı kültürel bir anlatıya dönüştürüyor ve Kapalıçarşı’yı aynı zamanda bir Türk el sanatları müzesi olarak tanımlıyor:
“Kapalıçarşı’nın muhtelif yerlerinde yüzyıllar boyunca Türk el sanatlarının en kıymetli hazinesi toplanmıştır. İşlemeler, oyalar, halılar, çevreler, gümüş takımları, billur eşya takımları…. İstanbul’da bugün aramaya kalksanız bir çeşm-i bülbül yahut İstanbul işi isimleriyle anılan bir sürahi bulamazsınız. Bu bakımdan Kapalıçarşı aynı zamanda bir müze gibiydi. Yüzyıllar boyunca İstanbul’a gelen seyyahlar, yeni deyimle turistler, Büyük Kapalıçarşı’yı hem bir çarşı olarak dolaşırlardı, hem bir müze olarak.”
Hakikaten Kapalıçarşı özellikle eski seyyahların anlatılarında bir tür müze gibi tasvir edilir. Satıcıların hali, alışveriş yapma usulleri kadar ve hatta daha çok orada karşılaştıkları eşyalar, özellikle el işi göz nuru olanlar seyyahların ilgisini çeker. Sahip olunan kültürel temsil gücü yüksek zenginliğin bir araya getirildiği koleksiyonlar ve onların sergilendiği erken dönem müzelerin olmadığı Osmanlı başkentinde, bu işi gören bir nevi ilk müze olarak Kapalıçarşı’ya işaret etmek, bugün durduğumuz yerden bakıldığında da çok akla yatkın.
Kapalıçarşı bugün de bir tür müze. Ama içeriğiyle değil, bizzat kendi varlığıyla. Yani içini dolduran kuyumcuların ve çantacıların ve halıcıların sattıkları değil ama Kapalıçarşı’nın 500 yıllık yapısı kültürel bir değer. Günümüzün seyyahları olan turistler bu nedenle Kapalıçarşı’yı görmek ve içinde vakit geçirmek istiyor. Müze mi olsun, cami mi diye yine tartışılan Ayasofya da aynen böyle. Bugünkü değil geçmişteki anlamları nedeniyle ilgi çekici bir yer. Bin beş yüz yıllık yapı, o kubbeyi ayakta tutmak için üst üste örülmüş duvarlar, payandalar, kemerlerle artık estetik bile değil. Ama anlamlı. Antik çağın dahi mimarlarını, mühendislerini, Bizans’ın görkemini, Hristiyanlığın simgelerinden birini, Osmanlı’nın en büyük zaferini, Fatih’i, Mimar Sinan’ı, Müslüman İstanbul’u ve onu dinler üstü bir simgeye dönüştüren Cumhuriyet’i… hepsini birden bize anlattığı için hala çok kıymetli. Ortaçağı bile aşan geçmişiyle, günümüze uzanan mekânsal bir köprü olduğu için önemli. Ayasofya’yı tekrar cami yapmak onu ortadan kaldırmayacak tabii ki. Ziyarete bile kapatmayacak… Zeyrek Camisi de Sultanahmet Camisi de isteyenin gezip görebileceği yerler mesela. Ama dinler arası laik durumdan çıkartıp, İslam'a ait olması durumunu tescilleyecek. Bir müdürü olan Kültür Bakanlığı’na bağlı müze olmasıyla, Diyanet İşleri’ne bağlı cami olması arasında kültürel değil siyasi bir fark var. Yoksa bin yıllık hafızasıyla Ayasofya’nın bu fani tartışmayı umursamadığını, hatta ilginç bile bulmadığını tahmin etmek güç değil.