“Neticede hepsi benim marifetimdi. Tüm o kayıp yıllar.”
– Scott Walker (2005)
Rahatlıkla iddia edilebilir ki, 20. ve 21. yüzyılların çok
sevilen ve önemli bu kadar çok müzisyenini, özellikle
singer-songwriter, rock ve hatta punk janrında müzik yapan bir sürü
dev ismi böyle derinden etkilemiş ve şekillendirmiş, fakat bu
etkisiyle küresel tanınmışlığı arasında bu denli ters orantı
bulunan başka bir müzik şahsiyeti yoktur. David Bowie, Brian Eno,
Leonard Cohen, Jarvis Cocker, Thom Yorke ve Radiohead, Neil Hannon
(The Divine Comedy), Damon Albarn, Marc Almond, Julian Cope, Alison
Goldfrapp, Richard Hawley ve önümüzdeki aylarda İstanbul’da konser
verecek Arctic Monkeys’in solisti Alex Turner ile John Grant’in de
aralarında olduğu onlarca müzisyen, Scott Walker olmasaydı
kendilerinin oldukları kişi ve sanatçı olmayacaklarına kadar varan
şeyler söylemiş, ona hayranlıklarını ifade etmişlerdir. Yine de
müziği hayatının çok büyük bir parçası yapmış insanların çoğu hala
ismini dahi duymamıştır bu biricik, münzevi dâhinin.
ETKİ-TEPKİ
ABD’nin Ohio eyaletinde 1943 yılının başlarında Noah Scott Engel
ismiyle doğmuş ve aramızdan yalnızca 3 sene önce, 2019 martında
bedenen ayrılan Scott Walker’ı ilk ne zaman duyduğumu ve
dinlediğimi tam hatırlayamıyorum, ancak yurt dışında yaşamaktaydım
ve yirmilerimdeydim. Önceki bazı yazılarımda da değindiğim, bir
şarkıcının, bir grubun müziğiyle tam anlamıyla temas etme noktasına
bu sefer Scott Walker dinleyerek ulaştığımda da otuzlarımda.
Müzikle yatıp kalkan birçok insanın bu “temas etme” noktasını
anlayacağını biliyorum ama tarif etmek gerekirse, analog radyo
cihazlarındaki döner düğmenin milimetrik bir hareketiyle daracık
aralıktaki bir kısa dalga frekansını tam yakalayıp, aranan kanalı
pürüzsüz bir netlikte dinleyebilmek gibi, çok ender ulaşılan,
ulaşılınca da aynen muhafaza etmesi çok zor bir hizalanma haline
benzetebilirim. Sanki o şarkılar sadece sizin için yazılmış, hatta
neredeyse siz yazmışsınız gibi bir tanıdıklık ve içselleştirerek
anlama hali. Biraz daha abartayım; sizin adınıza şarkı yazmak ve
söylemek için birini vekil tayin etmişsiniz, o da çıkmış sizin
varoluşunuzu müzikle temsil ediyor gibi bir durum. Bugüne kadar
yalnızca birkaç defa, sayılı müzisyenin müziğinde yaşadığım eşsiz
bir huşu, kusursuz bir teslimiyet.
Peki, ülkemizin koşullarında ‘iyi’, ‘büyük’, ‘cesur’
sanatçılığın kitleleri etkileyerek harekete geçirebilme, zekice
yazılmış güfteler ve formüllerle “Vay!” dedirtebilme kabiliyeti
etrafında tartı(şı)ldığı, müzik üzerine eleştiri ve güzellemelerin,
spor, daha doğrusu futbol, daha doğrusu transfer muhabirliğinin
ölçü birimi ‘çeviklik’ ile Twitter gündemini 12’den vurmanın
etrafında döndüğü bir ortamda bu mevta, hatta “afedersiniz yabancı”
müzisyenden bahis hangi akla hizmet etmektedir? Hiçbir. Aklı
kenara, kalbi tefe, ruhu namluya koymaktır belki. Scott Walker’ın
elli yıllık müzik kariyerinin büyük bölümünde yaptığı gibi.
ERKEN YILLAR VE GRUP MÜZİĞİ
Ohio’da başlayan, jeoloji mühendisi babasının petrol
sektöründeki işleri nedeniyle farklı şehirlerde geçen çocukluğunun
ardından annesiyle Güney Kaliforniya’ya yerleşen Scott, 10’lu
yaşlarının ortalarına kadar genç bir ekran yıldızı adayı olarak
kameralara alışmaya başlar. Aynı zamanda bas gitar çalar ve yerel
müzisyenlerle birlikte muhtelif konserlerde sahneye çıkar. Bu
müzisyenlerden John Walker (gerçek soyadı ‘Maus’ yerine sahne için
annesinin Alman kökenli eski soyadından uyarladığı ‘Walker’ı
kullanmayı seçer) ile The Walker Brothers adıyla işi
ilerletirler. Oysa ne kardeştirler, ne de soyadları Walker. Bir
süre sonra davulda Gary Leeds’in katılmasıyla yola üçlü olarak
devam ederler. 60’ların ortalarında The Beatles ve The Rolling
Stones İngiltere’yi kasıp kavurmaktadır ve Londra’da bunu P. J.
Proby’nin arkasında davul çalarak geçirdiği dönemde ilk elden
gözlemleyen Gary’nin teşvikiyle The Walker Brothers Londra’ya
taşınır ve sudan çıkmış balık gibi bir altı ay geçirir. Her şeyin
ters gittiği ve Amerika’ya dönmenin, hatta grubu dağıtmanın eşiğine
geldikleri sırada, ana vokalist olmamasına rağmen derin bariton
sesinin prodüktör tarafından daha uygun bulunduğu için Scott’un
söylediği Love Her, mütevazı bir liste başarısı
yakalayarak bir dönüm noktası olur. Art arda gelen ve yine Scott’un
söylediği Make It Easy On Yourself, My Ship Is Coming In ve The
Sun Ain’t Gonna Shine Anymore ile bir sene içinde yıldızı
parlayan grubun 1966 senesinde fan kulübü üye sayısı The
Beatles’ınkini geçer. Bir sene sonra, grubun ana sanatçı olduğu
1967 turnesinin uvertürleri, düşünün ki, Cat Stevens, The Jimi
Hendrix Experience ve Engelbert Humperdinck gibi isimlerdir.
Yakışıklılıkları, tarzları ve güneşli Kaliforniya’dan getirdikleri
havalarıyla, Scott’un hüzünlü, romantik ve olduğundan 20 yaş büyük
tınlayan sesiyle özellikle İngiliz kadın müzikseverlerin gönlünü
fetheden The Walker Brothers, çağdaşları The Beatles ve The Rolling
Stones’dan daha mühim bir hadiseye dönüşme yolundayken şöhret
baskısı, sanatsal farklılıklar ve kişisel anlaşmazlıklar nedeniyle
dağılma kararı alır.
BİR DAHİNİN YALNIZLIĞI VE İNZİVASI
Scott Walker, grubun dağılmasının ardından 1967-1970 arasında
olağanüstü verimli bir dönem geçirerek, peş peşe Scott, Scott
2, Scott 3 ve Scott 4 isimli dört solo albüm kaydeder ve
yayımlar. Sanatsal anlamda istediklerini yapabileceği, popüler
gözün ve spot ışıklarının önünde olmadan besteye, söze,
düzenlemeye, orkestrasyona, kayıt ve prodüksiyon niteliğine önem ve
öncelik verdiği şarkılarla kaydedilen bu albümler ticari anlamda
vasat bir performans gösterse de eleştirmenlerden ve müzik
çevresinden olumlu tepkiler toplar. Avrupa sinemasına, Beat
edebiyatına, klasik ve avangart bestecilere olan hayranlığı
sanatçıyı, “dünyanın en önemli şarkı yazarı ve şarkıcısı” dediği
Jacques Brel’in dokuz şarkısını İngilizce sözlerle yorumlamaya ve
bunları üçer üçer ilk üç solo albümüne koymaya kadar götürür.
Yirmilerinin ortasına gelen Walker, artık nevi şahsına münhasır bir
sanatçıdır ve bu yolda devam edecektir. Müzik sektörünün
taleplerine göre tasarlanıp dinleyicinin asgari müştereklerine
hitap edecek, lakin muhtemelen kitleleri çığlıklarla peşinden
koşturacak bir pop kariyeri gütmek yerine çok daha meşakkatli olsa
da muazzam bir ruhla yazılıp icra edilen, ilmek ilmek dokunan bir
repertuarın gördüğü ilgi(sizlik), cesur kararlılığına rağmen
Scott’u varoluşsal bir girdaba ve izole bir karanlığa sürükler. The
Walker Brothers’ın en cafcaflı döneminde, o mertebeye ulaşmış ve
gösteri endüstrisinin ön safındaki dönemdaşlarının aksine, bir
kulis röportajında söylediği şeyde son derece dürüst olduğunu
anlarız: “Ben tamamen yaratıcı güdülerle ve sanatsal amaçlarla,
şarkılar yazmak ve kayıtlar yapmak için bu işin içerisindeyim. Para
umrumda değil”.
HARİKULADE KARANLIK
Sonraki beş seneyi kendisi “sanatsal düşüş içinde geçen kayıp
yıllar” şeklinde niteleyen, “sanatçıyı ve dinleyici eşdeğer
seviyede istismar eden” müzik endüstrisine karşı sözleşme
yükümlülüklerini yerine getirme amacıyla kaydettiği ve şu anda beş
tanesinden dördüne çok zor ulaşılan (sektör tabiriyle “silinmiş”)
albümün ardından önce sahneden, sonra kamusal alandan tamamen
çekilen Walker, 1975-78 arasında The Walker Brothers’ın yeniden
birleşmesinde ortaya çıkar. Bu nispeten heyecansız ve tekdüze
birliktelik üç tane yeni albüm doğurur. Bunlardan sonuncusu ve en
önemlisi Nite Flights, aynı zamanda grubun kaydedilen son
albümü olacaktır. Bu albümde yer alan Scott Walker imzalı dört
şarkıdan The Electrician, bir CIA işkencecisinden
bahseden, çok karanlık bir şarkıdır ve sanatçının ilerideki müzikal
yönünün ilk işaretlerini taşımaktadır. Sonraki altı seneyi gözden
ırak geçiren Scott, 1984 tarihli The Climate of Hunter ve
1995 tarihli Tilt tahtında iyice deneysel, kasvetli ve zor
dinlenen, eleştirmenlerden takdir görse de hiç tutmayan albümler
sunar ve artık gönülden de ıraklaşmaya başlar. Bir eleştirmen
Tilt için şunları yazar, ki bu bence sadece bu albümün
değil, sanatçının son otuz beş yılındaki tüm müzikal ürünlerinin
müthiş bir anlatımıdır: “Tarif edilemeyecek kadar çorak ve
anlatılamayacak kadar ıssız… gotik katedralleri herkesin favori
kabuslarıyla donatan bir rüzgâr”. Bu müthiş betimlemeye şahsen
ekleyeceğim tek sıfat “tüyler ürpertici” olurdu.
SONA DOĞRU
Yeni milenyumdaki dört albümünden öne çıkan ikisi The
Drift (2006) ve Bish-Bosch (2012) arasında, David
Bowie’nin de yapımcılarından olduğu ve sanatçı hakkında bugüne
kadarki en kapsamlı belgesel Scott Walker – 30 Century Man
yayınlanır. Zamandizimsel bir anlatımla sanatçının kariyerine
paralel bir seyirde kasvetlenen, ilk defa stüdyoya kamera girmesine
izin verdiği The Drift albümünün kayıtlarındaki vurmalı
enstrüman niyetine yumruklanan bir et karkasından, Benito Mussolini
ve sevgilisi Clara Petacci’nin başaşağı asıldıkları kamusal idam
sahnesini anlatan şarkılara kadar birçok şeyden bahseden,
ülkemizdeki ilk ve tek gösterimi 2009 yılında ifIstanbul
Festivali kapsamında eski Emek Sineması’nda gerçekleşen, benim
de ilk defa o gösterimde seyretme şansı bulduğum bu belgeseli
hevesle öneririm. Belgeselde de yer alan David Bowie kinayeyle
“Scott Walker hakkında kim ne bilebilir ki?” derken, efsanevi
Fransız müzik dergisi Les Inrockuptibles editörüyse, benim
de altına imzamı atacağım beyanında şöyle diyor: “Henüz Scott
Walker dinlemeyenleri devasa bir dünya bekliyor, onlar için
harikulade olacaktır. Ama dikkatli olmalı, orada çok fazla vakit
geçirmemeli. Biraz tehlikeli; pek mutlu bir yer de değil.
Biliyorum, çünkü oradaydım ve çok fazla dinledim.”
Scott Walker’ı ilk keşfettiğim üniversite yıllarımda, devamlı
neden bu adamı dinlediğimi soran o zamanki ev arkadaşıma şöyle
demiştim: “Bu adamı değil, müziği dinliyorum, yani “müzik”
dinliyorum. Çünkü bu adam sadece bir şarkıcı değil, müziğin
kendisi”! Muhtemelen anlatamamışımdır derdimi, ama bu yazının
başlığından sonuna derdini en iyi anlatabileceğini düşündüğüm
1967-70 repertuvarına, yani Scott 1-2-3-4 albümlerinin
toplam 47 şarkısına kulak vermenizi tavsiye ederim. Böylece fark
ettim ki bu adamdan hakkıyla bahsedebilmek bir adet yazının harcı
değil. Birkaç yazının da. Belki ancak bir kitabın, uzun bir
belgeselin, hatta bir dizinin öyledir. Ama yazmış bulundum; en
azından belki biraz ilgi uyandırır, biraz baktırır gözümüze
sokulmayana, burnumuzun dibinde olmayana, sisin, pusun ardındaki
isimsiz kahramanların belli belirsiz gölgelerine. Müziğin ta
kendisine!