Büyük felaketin üzerinden iki hafta geçti. İhmal, rant hırsı, temel ahlak kurallarının ve yaşam haklarının hiçe sayılması, ardından gelen büyük beceriksizlik yüzünden on binlerce canımızı betona kurban verdik. On binlerce eve ateş düştü, belki on yıllarca üstesinden gelinemeyecek bir acı memleketin üzerine çöktü. Acımıza bir de öfke eklendi haberler geldikçe. Bu büyüklükte bir depremin olması beklenen bir coğrafyada, 99 depreminin ardından değişen yönetmeliklere dahi uyulmadığını öğrenmek, fay hattının üzerine inşa edilmiş kentleri, kamu binalarını, yolları, havaalanlarını görmek, günlerce yardım bekleyen enkaz altındaki yüz binlerce insana yardım ulaştırılmadığına tanık olmak bu öfkeyi büyüttü, büyük bir toplumsal serzenişe çevirdi. Bugün bile her beldeden gelen isyan sesleri yansıyor özellikle sosyal medyaya.
Bir yandan da umudun ve dayanışmanın, esasen halkın öz gücünün büyüklüğü ile nefes almaya çalışıyoruz. İlk andan itibaren devletin ulaşamadığı yerlerde, kötü haberi alır almaz ülkenin dört bir yanından bölgeye adeta uçarcasına giden iyi yürekli, duyarlı insanların çabası birçok hayat kurtardı. Yalnız bırakılmış bir toplumun fertleri, bir kez daha birbirlerine el uzattı, birbirlerini enkaz altından çıkardı. İnsanlık değerlerini paraya, siyasi hırsa, güce tahvil edenlere yine bu toprağın insanları en güzel dersi verdi.
Yakın yahut uzak, tarihimiz acıyla dolu. Depremlerin, felaketlerin, savaşların, kırımların, terörün, adaletsizliğin her çağda defalarca vurduğu bu topraklarda son yıllarımız da farklı geçmiyor ne yazık ki. Özellikle Twitter’da milenyumdan sonra doğan gençlerin hayatlarını özetledikleri paylaşımlar yüzümüze tokat gibi çarpıyor örneğin. 20 küsur yıllık hayatlarının neredeyse hiçbir yılı toplumsal bir kriz, büyük bir acı yaşanmadan geçmemiş olan bu gençler bizlerden haklı olarak hesap soruyor. Önümüzdeki tarihi belirsiz seçim ise bu büyük kötülük sarmalının değişebileceği bir dönüşümün umudu olarak görülüyor bu kuşakta.
Ama konumuz bu değil bu yazıda. Ne diyordum? Acının yurdu…
Her anı yeni bir kötü habere gebe bir ülkede sanatın işi çok zor. Hele de bu tür durumlarda sanatın, sanatçının, müziğin susması gerektiğini kabul eden bir kültür içinde… Müziğin yalnızca bir eğlence aracı olduğuna nasıl inandı insanlar bilmiyorum. En büyük acıların üstesinden ağıtlarla, türkülerle, kılamlarla gelmiş olan bir toplumda müzik denilince akla ilk olarak bunun geliyor olması tuhaf. Yine öyle oldu; ilk olarak müzik sustu, konserler, dinletiler iptal edildi, müzik emekçileri işsiz kaldı.
Yas tutuyoruz evet. Ancak yas aynı zamanda sağalma, bir kabulleniş, gidenin yokluğunu idrak, kendini bu kaybın ardından dünyada yeniden konumlama süreci değil mi? Yasın bitmeyen bir sessizlik olduğunu kim söylüyor? Hayatımızın her anının parçası olan müziğin, kalbimize işleyebilen bu çok güçlü şeyin susması gerektiğine kim ikna etti bizi? Neden her kayıp haberinde müziği kısıyoruz önce?
Türkiye’de müzik emekçisi iseniz, hayatınızı bu sektörde kazanmaya çalışıyorsanız yılın kısıtlı bir kısmında adeta mevsimlik işçi gibi çalışabileceğinizi unutmamanız gerekiyor. O da en iyi durumda… Ekmeğini müzikten kazanan on binlerce insanın kulakları her zaman gelebilecek kötü habere duyarlıdır. Toplumsal bir acıyı, ölüm, terör, katliam, doğal afet haberlerinin ağırlığını zaten içinde yaşayan müzik emekçisi bir de bu durumda kendi işinin “hafifmeşrep” sayılmasının verdiği acıyı hisseder içinde. Konserin, müzik dinletisinin dünyayı boş vermiş, topluma duyarsız, sadece eğlenmeyi düşünen insanların toplandığı tuhaf bir şeytana tapınma ayini sanan bir anlayış nasıl olmuşsa olmuş, böyle düşünmeyen insanların bile toplumsal krizlerde ve acılarda sessizce kabul ettiği “ortak akıl”a dönüşmüş adeta.
Oysa müzik bir arada olmanın, acıyı da paylaşmanın yoludur. Kriz zamanlarında toplumun yararına olacak mesajı kitlelere iletmenin aracı, milyonlara ulaşabilecek en doğru mecradır bir yandan. İnsanların birlikte şarkı söylemek için bir araya gelmesi, yaşananları görmezden gelecekleri, duyarsızlaşacakları anlamına gelmez; aksine nefes alıp devam etmek için bir duygu dolu vesile, bir hayatta olduğunu idrak etme anıdır bu birliktelik.
Müzisyenler, ne kadar sürmesi gerektiğine kimin karar verdiğini bilmediğimiz bu süreçlerde genelde tedirgindir kendi işleriyle ilgili. Ben de benzer bir gerilimin ortasında bulmuştum kendimi 2020 yılında. O dönemde solistli olduğum Ezginin Günlüğü’nün Antalya’da vereceği konserin öncesinde Suriye’de yaşanan çatışmalarda 36 asker hayatını kaybetmiş, yine büyük bir acı gelip içimize oturmuştu. Aynı günlerde yeni albümleri yayınlanan ve bunun duyurusunu yapan sanatçılar sosyal medyada linç edilmeye çalışılmış, “Şehit haberi varken müzik mi konuşulur?” diyen kalabalıklar klavyelerden tehditler, hakaretler yağdırmaya başlamıştı. Birçok konser arka arkaya iptal edilirken grup olarak bir toplantı yapmış ve konseri iptal etmemeye karar vermiştik. Müziğin toplumsal bir şifa olduğuna, ancak birlikte şarkı söyleyebilen insanların birlikte yaşayabileceğini göstermek gerektiğine olan inancımızla o akşam Antalya’da yüzlerce insanımızla birbirimize tutunmuştuk.
Şimdi ise yaşadığımız büyük felaketin ve kaybın ardından benzer bir durum söz konusu. Bir zihniyet bozukluğuna kurban verdiğimiz on binlerce canımızın yasını nasıl tutacağımızı bile öğretmeye kalkıyorlar bize. Müziği ne sanıyorlar bilmem ama müziği hayatı belleyenler, duygusunu, düşüncesini, acısını, yasını müzikle ifade edenler, kayıplarının başında türkü yakar, ağıt okur.
Oysa yeni çıkan şarkısını paylaşmaya eli gitmiyor müzisyenlerin. Dinleyicisine bir nebze olsun şifa olabileceğini bildiği halde, inşaat malzemesinden çalan müteahhittin bile tedirgin hissetmediği bu düzende müzisyenlerden yine susmaları bekleniyor; “şimdi zamanı değil” deniyor.
On binlerce müzisyene ve ailelerine, zaten hayatları çalan, hayatlarımızı alt üst eden bir yıkımın ardından bir de ekmek paralarını kazanmamakla yıkım layık görülüyor. Başka herkes işine gücüne bakmaya başlamışken üstelik…
Karanlık bir zamanın, müziği şeytanlaştıran bir anlayışın gölgesi bu; bunu topyekûn, hep beraber değiştirmek zorundayız. Şarkı söylemek, acıya kulak tıkamak değildir. Saz çalmak, kaybettiğimiz insanları umursamamak değildir. Müzik toplumsal bir olgu, kitleselleşebilmiş bir sestir. Bunu kabul edip, bunu anlayıp artık her acının faturasını, o acının öyküsünü asıl yazacak olanlardan çıkarmaktan vazgeçelim.