Gazete Duvar’da en son yazım 16 Temmuz’da çıkmıştı. Üzerinden bir aydan uzun bir zaman geçti. Yazamadım, göçmekle meşguldüm. Ankara’dan İstanbul’a taşındım. Bir mekandan ötekine, bir kentten diğerine, bir ülkeden bir başkasına, bu dünyadan öte dünyaya göç değil mi insanın kısacık ömrünü tanımlayan? Ben de ömrüm boyunca bu göç meselesinden fazlasıyla nasibimi aldım. Çocukluğumdan başlayarak çok yer değiştirdim. Baba evini saymazsak kendi evim olmadı hiç. Ama o evden diğerine taşınmaktan yıpranan eşyalarım, doğduğu yerde ölemeyen bir kedim oldu bu sürekli yer değiştirmeler yüzünden. Babamın yıllar önce kardeşimle birlikte çalışabilelim diye özel olarak tanıdık bir marangoza yaptırdığı çalışma masamın yerinden oynayan ayağını, yalama olmuş vidalarını sıkıştırıp güçlükle tamir edebildik. Kitaplarım tıkıldıkları kolilerden az çekmediler… Kedilerim, iki ülke, üç kent gördüler… Alışmak zorunda kaldıkları evlerin sayısını ise ben bile unuttum. Şimdi bu yeni evde, can yoldaşım, kedi dostum, kanepe arkalarında tanıdık olanlara karışan yeni seslere, yeni kokulara alıştırmaya çalışıyor kendini. Yüzünü gösterdiğinde seviniyorum. Yadırgamak salt ona özgü değil ki. Ben de iki gün önce son koliyi açıp içindekileri yerleştirdiğimden beri sanki daha çok yabancılıyorum bu yeni mekanı. Ama işte, ‘tebdili mekanda ferahlık vardır’ diyen atalara inanmayı tercih ediyorum böylesi bir durumda.
Ankara’yı terk etmek zordu. Orası doğduğum kentti. Ama en önemlisi, İstanbul’a taşınmak, 7 Şubat 2017’de bir kanun hükmünde kararnamenin koparttığı bağın, 1978’de 17 yaşında bir çocuk-kadın olarak ayak bastığım, o andan beri hayatımın odağı olmuş Cebeci kampüsüyle aramdaki o bağın artık onarılamayacağını, kopuşun geri dönüşsüzlüğünü gösterdi bana. Geride bıraktığım koca bir hayat, umutlar, didinmeler değilmiş de yalnızca imgesi giderek silikleşen bir anı, soluk bir mekanmış. O kadar…
Ben bu taşınma işine fazlasıyla kendimi kaptırmışken önce yangın sonra sel, felaketlerle sınandık ülkece. Daha bunları yeterince konuşamadan, kayıplarımızın yasını tutamadan, çok sayıda Afgan sığınmacının sınırlarımızdan geçişiyle birlikte sığınmacılar meselesini, içimizden fışkıran sıradan kötülüğün diliyle tartışmaya başladık. İçten içe büyüyen nefretin, ırkçılığın toplumsal hayatımızın en temel belirleyenlerinden birine dönüştüğünü, kötülüğün nasıl içimize işlediğini kaçımız gördük, bunun sonuçlarının ne kadar ürkütücü, ne kadar korkutucu olduğunu kaçımız kavradık bilemiyorum. Sizi bilmem de ben artık, “ama” duymak istemiyorum. “Namusun”, “şerefin” en basit insani meseleler için kılıfa dönüştüğü bu eril dilden de bundan hiç rahatsızlık duymayan muhaliflerden de sıkıldım. Durmadan mazeret üreten, adım atmak yerine seyreden hepimizden, kulaklarındaki tıkaçlarla dinlermiş gibi yapanların seslerinin yankılandığı bu sessiz gürültüden usandım. Politikasızlık içimi kanırtıyor. Bu kadar olayın dumura uğrattığı aklıma mukayyet olmak için olağandışı bir çaba içerisindeyim.
Ne göç üzerine çalıştım, ne de Afganistan üzerine derinlemesine bilgi sahibiyim. İslam uzmanı değilim, hatta inançlı bile değilim. Bütün bu konularla ilgili konuşmayı, olgusal gerçeklerden hareketle bunlar hakkında tahliller yapmayı uzmanına bırakmayı tercih ederim. Taliban üzerine ne desem bol keseden atıyormuşum gibi hissedeceğim. Bir şey hariç: Artık Afganistan’da, Taliban yönetiminde, müzik yasaklanacakmış! Kadınları tanıyamayacak, onlarla konuşmayı öğrenemeyecek kadar kadınsız bir dünyada, kadınsız bir dünya tasavvuruyla yetişmiş Taliban militanı, belli ki müzikle de tanışmamış. O nasıl müzikli bir dünya hayal edemiyorsa, böyle bir dünya ona nasıl tekinsiz görünüyorsa benim için de müziksiz bir dünya öyle! Düşünsenize kadın yok, müzik yok, dans yok, kuran dışında kitap yok, yok oğlu yok… Ne konuşur bu insanlar birbirleriyle? Ağıtlar olmadan acılar nasıl dile gelir? Şarkılar olmasa aşklar nasıl anlatılır? Şiirsiz nasıl isyan edilir? Nasıl?
Açık penceremden içeri uzaklarda çalınan bir flütün sesi doluyor. O ses susarsa kuşlar da susacak. Sabah karşı apartmandaki komşum eski şarkılar dinliyordu. O şarkılar susarsa renkler solacak. Şu teras katında, kadınla erkek karşılıklı oturmuş kahvelerini yudumlarken konuşuyorlar. Aralarındaki sevgi kadının kahkahasında taa buralardan hissediliyor. O kahkaha susarsa bütün aşklar küllenecek, havada yalnızca yanık kokusu kalacak. Taliban, sadece bulunduğu yerde zararlı değil. Temsil ettiği şey, ölüm. Salt ölüm. Hayata düşman. Müziği yasaklamak, hayatın seslerini boğmak demek. Kadın, hayatın, doğumun, üretkenliğin, yeni başlangıçların, umudun adı. Kadınsız bir dünya yaratmak, ölümü yeryüzünde hakim kılmakla eşdeğer.
Taliban’a karşı, kadınları, müziği, kısacası hayatı savunmak için dayanışan, dayanışmayı yaygınlaştırma mücadelesi veren herkesle gönlüm, desteğim. Şu anda yapılabilecek tek şeyin hayatı savunmak için Afgan kadınlarıyla dayanışmayı güçlendirmek olduğunu düşünüyorum.