Yaklaşık 15 sene önce kurulmasından sonra müziğin, müzik dinlemenin, müzik dağıtımının ve tüketiminin yerleşik biçimlerini alaşağı eden, 21. yüzyılın önde gelen teknolojilerinden “streaming” ile hayatımıza giren Spotify’ın hikâyesi nihayet ana akımda anlatıldı. Bugüne kadar yalnızca sektörel veya akademik makalelerde, podcast vb. yeni nesil programlarda ve kitaplarda bahsedilenler, bu defa geniş kitlelerin ilgiyle seyredebileceği ve rahatça anlayabileceği biçimde Netflix’in yeni mini-dizisi The Playlist’te ele alınmış. The Playlist 6 bölümden oluşuyor ve anlattığı hikâyeyi doğru ve farklı perspektiflerden ele alarak, insan unsurunu ve bununla birlikte gelen dramatik çerçeveyi hem başarıyla hem de dozunda işleyerek sosyo-kültürel alana taşıyan bir doküdrama. Bana, büyük beğeni ve hayranlıkla seyrettiğim Fransız yapımı Call My Agent’ı hatırlattı ve o diziyi sevenlerin İsveç yapımı The Playlist’i de seveceğini düşünüyorum.
Mini-dizide anlatılan hikâyenin baş kahramanı Spotify’ın kurucusu Daniel Ek. Ama yukarda bahsettiğim perspektifler – sırasıyla “Vizyon”, “Endüstri”, “Hukuk”, “Yazılımcı”, “Ortak”, “Sanatçı” – Spotify’ın tek kişiden ibaret bir şirket ve başarı öyküsü olmadığının altını çizmekle kalmıyor, anlatısıyla ve oyunculuklarıyla gayet iyi dolduruyor. Müzik ve/veya teknoloji sektörlerinde bu işe gece gündüz kafa yoran azınlık dışındaki devasa kitleye, yani yüz milyonlarca Spotify kullanıcısına, hem teknolojinin, hem ürünün, hem hammaddesi müziğin, onun sektörünün ve onu üretenlerin tek başlarına ve birlikte nerede durduğunu, her birinin diğerleri nazarında nasıl ve kim olduğunu iyi aktarıyor. Bütün bunları diziyi seyrederek keyifle gözleyebileceğiniz için daha fazla detay vermektense, en büyüğü Spotify olan dijital platformların streaming modeliyle müzik iletimi ve tüketimini hayatımıza sokmasının bana senelerdir sorgulattığı bazı başka şeylerden bahsetmek istiyorum, ki aslında dizide kısmen kamufle kalan ama ucundan değinilen konulardan biri.
Latince kökenli bir Fransızca deyim olduğunu 10 sene önce öğrendiğim “Entre Chien et Loup” hayatın her alanında sürekli karşılaştığımız, Spotify ile modern müzik endüstrisinin bezirganlarının, yani plak şirketlerinin ilişkisine de ışık tutan bir kavram. Direkt anlamı “köpek ile kurt arasında”, ama birden fazla şeyi ifade ediyor. “Alacakaranlık” bunlardan iki ve en sık kullanılanı. İşte, aşkta, arkadaşlıkta, hayata ve insan dair her şeyde görme ve seçebilme yetimizi derinden etkileyen, gündüzün ışığını yitirmek ve geceye dönmek üzere olduğu gizemli vakit. Seçemediğimiz şey aslında uzakta siluetini gördüğümüz karartının köpek mi yoksa kurt mu olduğu değil tabii ki; dost mu düşman mı olduğu. Spotify’ın iş modelini hayata geçirmek için anlaşmak zorunda olduğu müzik sektörüne, müzik sektörününse o dönemde müstakbel can simidi olacak Spotify’a bakışı tam bir alacakaranlık körlüğü. Birbirlerini uzaktan görüyorlar, gittikçe yakınlaşıyorlar ama burunlarının dibine girene kadar dost mu düşman mı olduklarını anlayamıyorlar. Öte yandan, kayıtlı müzik haklarının üzerine çoğunlukla “sayısız, sınırsız ve süresiz” anlaşmalarla adeta çökmüş ve kendilerini hancı, o hakları kullanmak isteyen diğer tüm oyuncuları yolcu olarak gören majör plak şirketleri alacakaranlık körlüğünden tavuk karasına geçtiklerinden olacak, boğulurken bile gökten önlerine düşen cam simidini uzun süre bomba sanıyorlar.
İşin aslı şu: Plak şirketleri de, dijital müzik platformları da arkadaşımız değil. Birbirlerinin de dostu değiller. Bu konulara daha önce de birçok yazımda değinmiştim ama senenin başlarındaki bu yazıda dolaysızca ele almıştım. Bu platformların ortaya çıkmasıyla sektörün güç odakları ve işleyiş dinamikleri değişiyor, eşitlikçi bir zemine geçiliyor gibi görünse de kısa sürede kurulan ortaklıklarla düdükler eski sahiplerine geri döndü. Mecburen kurtlar sofrasına dahil edilen mahallenin yeni çocuklarıysa kendi düdüklerini kulakları sağır edercesine öttürmeye başladı. Eski düzenle şimdiki arasındaki başlıca farklardan biri, eskiden müziğin satıldığı ürünle tanıtıldığı mecraların ayrı olmasıydı. Yani, plak-kaset-CD’lerde satılarak para kazanılan müzikleri dinleyiciye tanıtan, sevdiren ve satın almaya sevk eden işitsel-görsel-yazılı medya vardı. Bu da teoride bir nevi güçler ayrılığıydı. Çağımızın dijital müziğindeyse ürünün kendisiyle tanıtım medyası aynı yerdeler, hatta aynı şeyler. Yeni müziklerin radyosu, diziye de ismini veren çalma listeleri. Yeni kliplerin müzik televizyonu, videoları seyrettirirken aynı zamanda müziği dinleten YouTube. Sizce bu, müziğin ve sektörünün demokratikleşmesi midir, yoksa müzmin patronların, şeytan sofrasına istemeyerek davet etmek zorunda kaldıkları ”genç arkadaşlar”la birlikte kurulan yeni merkezî düzenin muazzam güç konsolidasyonu mudur?
Eskiden yapımcılar, menajerler, sanatçılar herhangi bir şarkıyla, albümle istedikleri başarıyı yakalayamadıkları zaman kızabilecekleri insanlar vardı. Para hırsı, güç sarhoşluğu, çıkar budalalığı, kariyerizm gibi zaafların bünyelerine özenle doldurulduğunu düşündürecek kadar fütursuzca davranarak sistemin kokuşmasına çanak tutsalar da en azından kızılabilecek birer “insan”lardı. Kızıp bağcı dövmek yerine üzüm yemek isteyen plak şirketlerinin, açıkça maddi destek veremediği medya kuruluşlarının köşe tutanlarını, kendi sanatçılarının şarkılarını çalmaları, video kliplerini döndürmeleri için “payola” (Türkçe direkt karşılığı bulunmadığından bu haliyle paylaşıyorum) sistemiyle mükafatlandırdıkları bilinir. Basit tarifle, radyonun ve müzik televizyonlarının aşırı güçlendiği dönemdeki rüşvet mekanizmasını ifade eden bu sistemin ülkemizde de halkın ne dinleyeceği konusunda etkili olduğu rivayet edilir. Şimdiyse ne pahalı elektronik cihazlarla ve yurt dışı seyahatleriyle hoş tutulacak insan kaldı, ne de kızılıp söylenecek. Zira, karamsarlığa kapılan her sanatçının, menajerin, yapımcının karşısında kapkara bir kapı var: Algoritma. Ben değil o” diyebilmenin aşırı konforlu yeni şekli: “Ben değil teknoloji”. Alacakaranlıkta seçilemeyense ne köpek ne de kurt; olsa olsa tanımlanması güç bir robot."
***
Tutkulu bir müziksever ve dinleyici olarak müziğin aracısız erişimiyle ilgili ilk düşüncelerim oluştuğunda sanırım 7-8 yaşlarındaydım. Genellikle sözlerini anlamadan, bilmeden dinlediğim ama delicesine sevdiğim şarkılar vardı. Hayat akarken ben sürekli ve kesintisiz o şarkıları duymak istiyordum. Bu istek, o günün teknolojisiyle kısmen karşılayabilen taşınabilir kasetçalar (Sony firmasının harika markalamasıyla teknolojiye ismini veren “Walkman”) sayesinde karşılanabiliyordu ama kaseti ileri-geri sarma ihtiyacı, pil bitmesi, fiziksel kısıtlar vb. etkenler nedeniyle bir şeyler eksik kalıyordu. Bir gün bu cihazla müzik dinleyerek salıncakta sallanırken çalan şarkıyı (Alphaville’den “Sounds Like A Melody”) geri sarıp tekrar tekrar dinlemek isteyip, ellerim boşta olmadığından bunu yapamayınca şunu hayal etmiştim: Bir gün bir şey icat edilecek ve dünyadaki bütün müzikler insanın kafasının içinde yer alacak. Oradaki “müzikhane”de yer alan her şarkı, herhangi bir çalma ve dinleme cihazına ihtiyaç kalmadan, düşünce gücüyle kafanın içinde çalacak ve orada dinlenebilecek. Bu sayede kimselere fark ettirmeden hayatın tamamı fonda müzikle yaşanabilecek, bu sayede de kimsenin bilmediği bir süper güce sahip olunabilecekti. İşte mükemmel hayat!
Streaming teknolojisi ve iş modeli sayesinde yaklaşık 40 yıl önceki çocuğun kurduğu hayale en yaklaşılan noktaya geldik. Spotify da bir İsveç kasabasında büyüyen Daniel Ek adlı orta sınıf bir çocuğun kısmen tepkisel hayalinden ve müziğe erişimde eşitlik arayışından doğmuş bir platform. Yarattığı ürünün potansiyeli ve başarısı Ek’i sadece birkaç senede gölge ederek rahatsızlık veren bir gençten şeytan sofrasının paydaşı bir kurda dönüştürse de bugün kendisinden beklenen yola çıkarken hissettiklerini hatırlaması ve ona göre davranması. Aralarında Bobby T. adlı bir çocukluk arkadaşının da bulunduğu, dijital gelirlerden yeterince pay alamadığı için yaşayamayacak durumdaki yüzbinlerce müzisyenin feryadından etkilenerek pastayı majör plak şirketlerinin himayesinden çekip alma güdüsüyle başlayıp kendini onlarla kol kola kadeh tokuştururken bulan Daniel Ek elbette sistemin yeniden çürümesinin sorumlusu değil. Dolayısıyla Spotify da günah keçisi değil. Ancak, o veya bu nedenle kendilerine bir büyük plak şirketinin müşfik (!) kanatları altında yer bulamamış sayısız “bağımsız” sanatçının hakkının daha adilce gözetilmesi ve ödenmesinden kimseye zarar gelmez, kimsenin pastası küçülmez, küçülse de kalorisi eksilmez.
***
Sanatçıların duruşu, tavrı ve müzikal ifade biçimlerinden ziyade müzik sektörünün yapısal gerçeklerinden doğmuş “bağımsız” müzik gitgide birçok sanatçı ve plak şirketi için “kimsesizlik” ile eş anlamlı olmaya başlasa da endüstri, gelir akışı, parasallaştırma modelleri, paylar, paydaşlar, palyaçolar, robotlar, kurtlar ve köpekler iyice anlaşılabilirse iyileşme umudu var. Umut demişken bugün, yani 13 Kasım Pazar, İstanbul Müze Gazhane’de düzenlenen Bağımsız Müzik Günleri adlı etkinlikte bu konulardan etraflıca bahsedilecek paneller ve atölyeler, müzik işlerinin alacakaranlığını biraz olsun kırmaya yardımcı olur belki. Bekleriz!