Serie A’da rahat bir şampiyonluğa doğru ilerleyen, sezon boyu yer aldığı her organizasyona üretkenliği ve baskın oyunuyla damga vuran Napoli’nin Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde Milan’a elenmesi beklenmiyordu. İstikrarsız bir yıl geçiren Kırmızı-Siyahlılar’ın son dörde kalması taktik üstünlük, sakatlık ve cezalar, şans gibi birçok etkenle açıklanabilir. Ama şüphelendiğim bir sebep daha var: Aynı ligin takımları Avrupa’da karşı karşıya geldiğinde ortaya çıkan “tanıdık etkisi”.
TANIDIK ETKİSİ
İşten bunalıp kısa bir tatile çıkmışsınız. Yaşadığınız şehri, çalıştığınız işi, hayat gailesini birkaç günlüğüne unutup soluklanmak, gerçekten sevdiğiniz şeyleri yapmak istiyorsunuz. Otele girerken resepsiyonda eski işyerinizden şefiniz karşınızda bitiveriyor. O da tatile gelmiş. Kendisine özel bir nefretiniz yok ama bu tesadüf çok da hoşunuza gitmiyor. İster istemez beraber oturuluyor, aynı baygın sohbetler, aynı uzak eski arkadaşlıklar masaya geliyor. Elinizi kolunuzu nereye koyacağınızı bilemiyorsunuz. Rahatlama umuduyla çıktığınız yolculuktan eski hiyerarşiye yakalanarak dönüyorsunuz.
Aynı şeyi arkadaşlarıyla takıldığı mekanda kuzenine rastlayan bir genç veya Avrupa’da kendinden kıdemli hemşerilerine rastlayan takımlar için de söylemek mümkün. İstenmedik yerlerde ortaya çıkan tanıdıkların getirdiği huzursuzluğa hepimiz aşinayız.
MERAK VE HEYECAN
Avrupa sahnesine çıkmak her ne kadar rekabetçi, zorlu ve fikstürü sıkıştıran bir serüven olsa da kulüpler için tatile benzer bir hava taşır. 1955’te kurulan Şampiyon Kulüpler Kupası’nın ilk yıllarında bugünkü mali motivasyon yoktu ve esas heyecan bilinmeyenle karşılaşmaktan geliyordu. 1957’de yarı finalde Real Madrid’le kapışmaya hazırlanan Manchester United kadrosu meraktan ölüyordu. Busby Babes olarak bilinen genç İngilizler Di Stéfano, Puskas gibi süperstarların ismini duymuş ama kendisini görmemişti.
Artık herkes birbirini tanıyor ve Şampiyonlar Ligi zaferini gerçekçi bir hedef olarak düşünemeyen kulüpler kupadan ziyade kazanacağı paranın hayalini kuruyor. Yine de uluslararası arenada arz-ı endam etmek, yerel tartışmalardan münezzeh özgür bir oyun oynamak, yeni insanlar ve yerler görmek, seviyenizi kıtayla kıyaslamak gibi faktörler tamamen ortadan kalkmış değil. Tabii gurbette hemşerinizle karşılaşmamışsanız.
İLK KEZ REAL-BARÇA OYNADI
Eskiden çok küçük bir ihtimaldi. Şampiyon Kulüpler Kupası ve Şampiyonlar Ligi’ne sadece (olması gerektiği gibi) lig şampiyonları katılıyordu. İstisna ise turnuvanın son şampiyonuna verilen koşulsuz davetti. Dolayısıyla aynı ülkeden iki takımın karşılaşması için Kupa 1 şampiyonu çıkarması, yerel ligiyse başkasının kazanmış olması gerekiyordu.
İlk istisna 1956-1957 sezonunda yaşandı. Avrupa fatihi Real Madrid lig şampiyonu Athletic Bilbao ile aynı turnuvada yer aldı. Ama eşleşmediler. Bir sonraki rastlaşmada yine kupaya ambargo koyan Real vardı. Bu kez ligden Barcelona gelmişti ve iki ezeli rakip 1959-60 Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finalinde kozlarını paylaştı. Real iki maçı da 3-1 kazanarak finale çıktı ve devamında zafere uzandı.
1992-93’te kurulan Şampiyonlar Ligi 1997’den itibaren kıta turnuvalarındaki en başarılı ligleri ikinci bitirenlere de kucak açtı. Bugün aynı ligden dört, hatta beş takım gruplarda kendine yer buluyor ve eleme turlarıyla birlikte karşılaşma olasılıkları ortaya çıkıyor. Doğal olarak memleketlilerin maçları sıklaştı.
FİNALLERDE DE OLMADI
Hemşeri rastlaşmaları ben de dahil çoğu futbolseverin sevdiği bir şey değil. Çünkü son zamanlarda belli camiaların tekeline girmiş görünse de kıta turnuvalarında insan olabildiğince yeni maç görmek istiyor.
Futbolcuların ve kulüplerin taşıdığı yük ise daha ağır oluyor. İki kulübün DNA’sı, ligdeki geçmiş maçlar, tarihleri boyunca bir tarafın üstünlük sağlaması gibi psikolojik faktörler, tecrübenin zaten çok önemli olduğu Avrupa arenasına taşınarak anlık form durumunu inkar eden skorlar getirebiliyor.
Şampiyonlar Ligi finalleri tanıdık etkisini destekleyen bir delil olarak sunulabilir. Bugüne kadar sekiz kez aynı ülke takımları finalde eşleşti ve yedisinde memleketinin “şefi” kazandı. 2000’de Real Madrid’in Valencia’yı 3-0 ezdiği maç, 2008’de Manchester United’ın Chelsea’yi penaltılarla mağlup etmesi, 2013’te Bayern Münih’in Borussia Dortmund’u son dakikada devirmesi, 2014 ve 2016’da Real Madrid’in Atletico Madrid’i geride bırakması, 2019’da Liverpool’un Tottenham’ı kapatması, 2021’de Chelsea’nin favori Manchester City’yi saf dışı bırakması bu açıdan anlamlı. Belki bir tek 2003’te Juventus’u geçen Milan istisnaydı. Ama onlar da kıtada daha kıdemliydi.
Söz konusu mücadelelerin çoğunda zaten güçlü olan tarafın kazandığını iddia edenler çıkacaktır. Haksız değiller. Zaten tanıdık etkisinin her zaman belirleyici olduğunu savunmuyorum. Ancak kaybeden taraf aynı güçteki bir yabancıyla oynasa aynı sonuç çıkar mıydı, pek emin değilim. Örneğin Napoli birkaç hafta önce Serie A’da kendi evinde Milan’a 4-0 kaybetmese Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinin akıbeti böyle mi olurdu?
Yerel rekabet iki tarafın da özgüvenine ciddi etki yapabiliyor. Geçmiş sezonlarda eleme turlarında Tottenham’ın Manchester City’ye, Lyon’un Bordeaux’ya kurduğu üstünlük de yerel kıdem üzerinden okunabilir.
MİLANO DERBİSİ GELİYOR
Şampiyonlar Ligi’nde İtalyan sezonu yaşanıyor. Yarı finalde tanıdık etkisi bir üst boyuta geçecek. Bu kez rakipler sadece aynı ülkeden değil, aynı şehirden, hatta aynı stattan. Milano derbisinde iki kulübü saha içi performanslarından bağımsız bir şekilde tartınca Milan’ın Inter’e ağır bastığı açık. Ezeli rakipler arasındaki 2005 yarı finalini de Kırmızı-Siyahlılar kazanmış, ardından İstanbul’daki efsanevi Liverpool finalinde İngilizlere kaybetmişlerdi. Bu kez İstanbul’dan daha iyi hatıralarla dönmek isteyecekleri kesin. Bakalım gelebilecekler mi?