21 Ağustos’tan bu yana, yüzünü, çeşitli hallerini
fotoğraflarından, videolarından tanıdığımız, görüntülerinden yaşama
sevinci, enerjisi taşan, dünyaya zeki ve muzip gözlerle bakan 8
yaşındaki Narin Güran’ın kayboluşunu ve katlini konuşuyoruz.
Bu cinayetin yarattığı yaygın tepki ve infial, Türkiye
toplumunun çoğunluğunun 12 Eylül 1980’den bu yana devlet eliyle
yürütülen gerici/dinci toplum mühendisliğine, örgütlü kötülüğe
teslim olmadığını, insani ve vicdani duyarlıklarını yitirmediğini
gösteriyor. Bir kez daha, bu topraklardan, insanlarımızdan umut
kesmemek gerekiyor.
Öte yandan, Narin cinayetinin duyulduğu ilk andan itibaren
iktidar, ana akım medya, iki yüzlü, korkak “kanaat önderleri”
elbirliğiyle etkili bir karartma operasyonu yürütüyorlar. Karartma,
toplumsal tepkinin yakınma, vicdan rahatlatma düzeyinde kalmasına,
dikkatlerin cinayetin teknik-kriminal ayrıntılarına kaymasına
hizmet ediyor. Küresel kapitalistlerin, AKP iktidarının,
tarikatların, ırkçı milliyetçilerin oluşturduğu iktidar blokunun
“ailevi ve dini değerlerimizi yıpratmayalım” propagandasının
toplumsal ölçekte tümüyle etkisiz olduğunu söyleyemiyoruz.
“Olay”ı anlayabilmek, tanı koyabilmek için bu korkunç cinayeti
“münferit” bir olay olmanın ötesine taşıyan sosyolojik, ideolojik
ve siyasal olgu ve gerçeklere yoğunlaşmamız gerekiyor.
Önce olay yeri.
Tavşantepe köyü Diyarbakır hava alanına ve askeri hava üssüne
kara yolundan 20 km, kuş uçuşu 5 km mesafede 90 haneli 445 nüfuslu,
en başta yeri nedeniyle devletin güvenlik kordonu içinde bir köy.
Göran’ların köye yerleşmeleri baba Osman Göran’ın Batman’dan göç
edip köydeki arazileri nasıl olduğu pek de bilinmeyen biçimde mülk
edinmesiyle başlıyor. Aile ve etkisindeki köy ahalisi başından beri
devletle, legal-illegal sağ partilerle yakın ilişkiler içinde.
Seçimlerde, oy verdikleri parti değişmekle birlikte hep sağ
partilere oy veriyorlar.
Göran ailesi varlıklı ve köyle ilgili her konuda son sözü
söyleyen bir aile. Ailenin ve denetimindeki köy ahalisinin devletle
ilişkileri, Kürt aydınlanmasının etkili olmadığı yerlerdeki
cemaat/aşiret yapılarının tipik özelliklerini yansıtıyor; ama kimi
yönleriyle, devletle iç içe, kendi arasında iç iletişimi olan
fazladan “teknik” bir örgütlülük de gösteriyor. Cinayet
soruşturmasındaki ihmal, gecikme ve sapmaların, Narin’in kim ya da
kimler tarafından, hangi nedenle katledildiğinin bir türlü açığa
çıkartılmamasının moda deyimle “hayatın olağan akışı”na uygun bir
açıklaması yok. Devlet-aile iç içeliğinin “gizli” elinin
soruşturmayı, aileye en az zarar verecek doğrultuda yönetip
yönlendirdiği açık. Kamu basıncı, toplumsal infial nedeniyle bu
cinayetin örtbas edilmesi artık olanaksız. Ne yazık ki, tümüyle
aydınlatılması da mümkün görünmüyor.
*
Narin’in, Sıla bebeğin, binlerce çocuğun, on binlerce kadının
uğradığı cinayet, şiddet, taciz ve tecavüz olaylarıyla topluma
dayatılan dinselleşme, cemaatleşme; kadının, çocuğun, özellikle kız
çocuğun hukuksal statüsünü din kurallarına göre belirleme yönelişi
arasında doğrudan bağ var. Toplumumuzun ve hatta dindar
yurttaşlarımızın çoğunluğu hangi dinsel gerekçelerle sunulursa
sunulsun kadınların, kız çocuklarının ikinci sınıf insan, erkeğin
hizmetinde bir tür köle sayılmasını, kadına yönelik taciz, istismar
ve şiddeti benimsemiyor; alkışlamıyor. Ama din adına, din taciri
tarikatlar eliyle yürütülen, iktidarın destekleyip kolladığı
ideolojik taarruza karşı etkili bir toplumsal tepki de
geliştiremiyor.
Sorunun kilit taşı burada. 1400 küsur yıl önce Arap
Yarımadası’nda doğan bir dinin kadın ve çocuğa ilişkin kurallarıyla
tutarlı bir hukuku günümüzde en çok Afganistan Taliban’ı, IŞİD ve
El-Kaide gibi devlet dışı yapılar
savunup uyguluyor. Bunlar, bu kuralları uygulamayan
devletleri (Türkiye dahil!) Erdoğan gibi İslamcı politikacıları
da “müşrik” (Allaha ortak koşan), “mürtet” (dönek),
“tağut” (Allaha değil put ve iblislere tapan) olarak
niteliyorlar.
Bu çağ dışı, gerici, kadın ve insan düşmanı, ama kendi içinde
tutarlı yaklaşıma İslam dünyasından/düşünürlerinden inananları ikna
edecek etkili bir yanıt gelemiyor. Sorunun temelinde, her din gibi,
doğduğu zamanın ve toprakların eseri olan, farklı olarak kuruluş
mantığıyla toplumsal dünyevi yaşamın her alanına kurallar getiren
İslam’ın kendi içinde, akıl ve bilim çağına, modern topluma uyum
sağlayacak bir yenilenmeyi, reformasyonu gerçekleştirememiş olması
var. “İslam dininin özü itibariyle böyle bir şey olabilir miydi?”
sorusu mantıklıdır; burada konumuz değil.
Neden olmadığı sorusunun yanıtlarından birini ise, imanda,
akidede, içtihatta değil, İslam dininin siyasal ve ticari amaçlar
için araçsallaştırılmasında, kullanılmasında buluyoruz.
Ortadoğu’da, Arap-İslam dünyasında, derece farkıyla Türkiye’de
bugün yaşanmakta olan budur. Oyunu kuranlar açısından bile
istenmeyen sonuçlar doğuracak son derece tehlikeli bir oyundur.
Toplumsal muhalefet ve sosyalist hareketimiz açısından sorun bu
ülke için yaşamsal önemde olan “laik devlet-seküler toplum”
şiarını, CHP’nin bugün kendisinin bile sahip çıkamadığı altı
okundan biri olan elitist laiklik etiketi olmanın ötesinde bir
köktencilik, kapsayıcılık, kucaklayıcı bir sınıfsallık olarak
düşüncede ve pratikte yeniden üretemememizdir.
Ama şunun bilinmesi gerekir: Laik devlet-seküler toplum
mücadelesini, yeni toplumcu içeriğiyle toplumun tüm hücrelerine
nüfuz eden temiz bir rüzgar gibi estirmedikçe, kadın sorununda,
çocuk sorununda ciddi ilerlemeler kaydetmek mümkün değil!
*
“Çocuk” ve “çocukluk”, yalnızca İslam dünyasının, Müslüman
toplumların değil sermaye uygarlığının, günümüz kapitalist
toplumlarının dikenli sorunlarından biridir. Çocuk sömürüsü, kız
çocukların seks turizminin köleleri haline getirilmesi, çocuk
annelik, hizmet sektöründe ve aile içinde köle gibi çalıştırılan
çocuklar…
Durumu değiştirecek yanıtlara gidebilmek için, zamanı gelmiş
soruları sıralamak gerekiyor.
Çocuk kimdir, çocukluk nedir, dünden bugüne nerelerden, hangi
yollardan geçerek bugünkü çocuk kavramına, çocukluk hukukuna
vardık? Çocukluk ne zaman başlar, ne zaman biter? Ergenliği,
erginliği nasıl, hangi ölçütlerle tanımlayacağız, birbirlerinden
nasıl ayıracağız? Çocuk ne zaman hukuksal özne/reşit olur, o güne
dek hakkı hukuku nasıl düzenlenir? Anne-çocuk, ana baba-çocuk
ilişkisi nasıl bir ilişkidir; ana babanın çocuk üzerindeki karar
verme hakkı nerede başlar, nerede biter? Çocuğun yetiştirilmesine,
büyütülmesine hangi gereksinme ve ilkeler yön vermektedir ya da
vermelidir? Öğrenme-öğrenim, öğretme-öğretim, eğitme-eğitim kavram
ve ilişkileri bugün nasıl tanımlanıyor, nasıl anlaşılıyor, nasıl
uygulanıyor, nasıl bir başkalaşım geçiriyor? Tüm soruların ve olası
yanıtların düğümlendiği bir soru olarak, tüm bu kavramların,
ilişkilerin tanımında ve uygulanmasında “çocukların” söz ve karar
hakkı, yetkisi nedir? Bunlara kim, neye göre karar verecektir?
Bu soruları Dünyada ve Türkiye’de Komünist Ufuk kitabımda
sormuş, açmaya, kimilerini yanıtlamaya çalışmıştım. (s.396) Bunları
burada uzun alıntılarla yinelemeyecek, iki eleştirel saptamayı
aktarmakla yetineceğim.
Birincisi şöyle:
“20 Kasım 1989 tarihinde Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği,
Türkiye de içinde 196 ülkenin onayladığı Çocuk Hakları
Sözleşmesi’nin birinci maddesinde, “Bu sözleşme uyarınca çocuğa
uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken yaşta reşit olma durumu
hariç, on sekiz yaşına kadar her insan çocuk sayılır” cümlesi yer
alıyor. Bu madde ile çocuk/genç insan on sekiz yaşına dek birey,
yurttaş, hukuksal özne sayılmamış, aslında yok sayılmış oluyor.
Uygarlığımızın çocuk/genç sorununa yanlış, çarpık, sorunlu
bakışının özlü anlatımı olarak okuyoruz.”(s.400)
Erginlik/yetişkinlik, bundan çıkarak da birey/reşit olma yaşını
on sekiz olarak belirlemek sermaye uygarlığının dayatmasıdır. Bilim
dışıdır; haksızdır ve amaçlıdır. Çocukluk süresini uzatmak
sermaye düzeninin tarihsel eğilimlerinden biridir. En gelişmiş
kapitalist ülke olan ABD’de reşitliğin 20’li yaşlara uzatılması bu
eğilimin açık kanıtıdır. Genç insanın doğal, cinsel, toplumsal
dürtü ve enerjisinin baskı ve denetim altında tutulacağı, disiplin
toplumuna, uysal yurttaşlığa hazır hale getirileceği süreyi uzatmak
düzenin çıkarınadır. Ne var ki, bu yöneliş kendi mantığı içinde,
karşıt bir eğilim, çelişki de üretiyor. Çünkü piyasacılık, bir
yandan da cinsel, ekonomik ve toplumsal açıdan ebeveynlerinden
görece bağımsız bireyi, tüketim öznesini gerektiriyor. Cinsellik ve
şiddet dürtülerini kontrol etmeyi henüz öğrenmemiş ergenler
arasından çok sayıda ergen hamileliğinin, “çocuk anne”liğin,
silahlı şiddet eylemcisinin çıkması sürecin çelişkili karakterini
gözle önüne seriyor.”(s.401)
Çözüm yolunda mücadele için önce soruna doğru tanı koymak, bunun
için de Ursula K. Le Guin’e kulak vermek gerekiyor:
“Bence olgunluk kabuk değiştirmek değil, serpilip gelişmektir.
Olgun bir insanın tüm gelişmiş yetenekleri bir çocukta vardır; eğer
bu yetenekler gençlikte teşvik edilirse yetişkinde iyi ve akıllıca
bir noktaya varır; ancak bunlar çocuklukta bastırılır ve yok
sayılırsa yetişkin kişilik körleşir, sakatlanır.” ( Aktaran: Bülent
Somay, Ailenin Ötesi, Metis Yayınları, İstanbul, Şubat
2024, s. 89)
Bu yolda ilk adım, çocukluğu yetişkin ve yaşlılardan,
toplumsal/bireysel karar verme süreçlerinden, doğayla alış verişten
yalıtlanmış bir kategori olmaktan çıkarmak, insanın hangi yaş ya da
gelişme evresinden itibaren yurttaş, kendi yaşamı üzerinde karar
verecek, sözü geçecek bir toplumsal birey olacağına ilişkin egemen
kültür ve anlayışı bilimin, toplumsal aklın ve “çocuk”
dediklerimizin katılımıyla yerle bir ederek atılabilir. Çocukları,
devletin, dinin, ailenin, hatta ebeveynlerin karar tekelinden
kurtarmak gerekiyor. Bu konuya bir ölçüt önermek, “ne zaman, neye
göre?” sorularına kesin kes yanıt vermek bir kişinin, bu satırların
yazarının da yapabileceği bir şey değil. Egemen anlayış ve kültürün
yok edilmeyi çoktan hak ettiği ise apaçık.
Öyleyse, zamanın “görev”i, Narin cinayetinin hepimizde yarattığı
üzüntü, infial ve itirazı hiç eksiltmeden, sermaye uygarlığının
“çocukluk” tanımına, çocuk sömürüsüne karşı düşünsel ve
siyasal-pratik eleştiriyi yoğunlaştırmak, çocuklarla birlikte
mücadeleyi yükseltmek olarak öne çıkıyor.