'Narin Vakası' / 2

“Narin Vakası”nı, geleceğe uzanacak anlamlı sonuçlar yaratarak çözüp çözemeyeceğimiz, ne kadar nasıl çözebileceğimiz, Suriye’den ne kadar toprak apartılabileceğinden, bu memleketin insanlarına ve etrafa ne kadar dehşet salınabileceğinden çok daha ciddî meseledir, toplumumuzun geleceği açısından.

Ümit Kıvanç yazar@gazeteduvar.com.tr

Diyarbakır’ın Tavşantepe köyünde küçük Narin’in öldürülmesinin ardından, ufacık kız çocuğuna hunharca kıyılması gibi bir fecaati neredeyse gölgede bırakacak dehşet manzarasıyla karşı karşıya kaldık. Birçok bakımdan.

İlki, hangi sebeple olursa olsun, küçücük çocuğun dünyadaki varlığına son verilmesinin bu topraklarda ne kadar kolay, ne kadar rahat, ne kadar soğukkanlılıkla gerçekleştirilebilen, handiyse sıradan hadise olabildiğini -aslında yeniden, bir defa daha- görmüş olmamız. Rahatlık burada gözümüze fena sokuldu tabiî. Birilerinin gözünde başkaları, çocuklar, özellikle başkalarının çocukları, hele kız çocukları nasıl da kolayca harcanabilir varlıklar! Çoğu erkek için kadınları kullanılıp atılabilir kılan -ve ısrarla beslenen, yeniden üretilen- kültürel kodlar, henüz tam “işe yarar” hale gelmemiş minik kızları -tam da şu sırada ortaya çıkan yeni rezalet haberine göre bebekleri de!- erkeklerin kolayca dönüveren gözlerinde “tek kullanımlık” da yapabiliyor. Olayımızda, şimdilik öğrenebildiğimiz kadarıyla, böyle bir şey değil, ufak çocuğun münasebetsiz bir durumda ayağa takılan taş muamelesi görmesi sözkonusu. Tekmelemişler öteye. Dere kenarına.

İkinci olarak, toplumsal kültürün ahlâktan kopuşunun, böylesine uzağa düşmesinin memleketimiz için nasıl yaygın, derin bir “kişilik özelliği” haline geldiği gerçeğinin yüzümüze vuruluşu. Cinayeti -belki oraya varan süreci- normalleştiren, cinayetin örtülmesini doğallaştıran bir aile ve köy hayatı. Tavşantepe böyle bir rezaletin yaşanabileceği tek yer midir? Güran’ların cinayet ve gizlenmesiyle ilgili kısmı -ki pek çok kişi ediyor-, bu korkunç suç ortaklığına gözünü kırpmadan, vicdanı titremeden dalabilecek tek aile midir? Herhangi bir “acil” sebeple, doğan herhangi bir sorunun çabucak çözümü için çocuğun öldürülüvermesi ve bunun doğal, kaçınılmaz vs. sayılması, herkesin davranışını ve elbette inanışını, varoluşunu, tavrını bundan böyle buna göre düzenlemesi nasıl bir insanlık durumuna işaret eder? Burada asla münferit hadiseden sözedilemeyeceği belli değil mi? Üstelik, belirli koşulların belirli zamanda birden biraraya gelişiyle oluşmuş, güncel, geçici bir ortamdan da sözetmiyoruz. Var mıdır korkusuz, komplekssiz böyle bir salgın hastalığın üzerine gidebilecek olan?

Üçüncü olarak, bir çocuğun öldürülmesi karşısında takındığımız tavırlarda bile, bir çocuğun öldürülmüş olmasının yaratması beklenecek dehşetin önüne geçen ne berbat bencilliklerle, benmerkezciliklerle zehirlenmiş bulunduğumuzu ortaya koyumuşuzu konu etmeliyiz ki, bunların ucu türlü hesap kitaba varıyor. Menfaat kaygıları, kendini doğrulama histerileri, çocuk cinayetinden ötürü her yeri kaplamış olması gereken saf dehşet duygusunu geriye itebiliyor. Başlıbaşına yazı -aslında ansiklopedik inceleme- konusu olan bu fasıl hakkında burada yalnız bir-iki cümle etmekle yetineyim. Satırla adamlar öldürmüş, evlere işkencehane kurmuş domuzbağı ustalarıyla ister istemez birarada anılan birileri, çocuk cinayeti ve bunun ailece hep birlikte gizlenmesi hakkında “bunlar bizim kültürümüzün işleri değil” diyor. Avrupa, Amerika, İsrail kültürü falan uygun görürmüş böyle işleri! Her berbat durumdan yalanla kendini sıyırabileceğini sanan, günahgeçirmez kültürün mensupları! Kendilerinden saydıkları birilerinin işlediği korkunç suçların hepsine cennet ihtimalini ortadan kaldırmayan bahaneler bulabilen ip üstü hilebazları! Böylece hiç günaha girmiyorlar, kime ne istiyorlarsa yapabiliyorlar. Akit kafası. Öbür taraftaysa, câniyâne işleri yapanların “dinci-gerici” diye nitelenebilecek kimseler çıkmasını vesile ederek doğrulanma havasına giren Türkiye’nin yersen “aydınlık yüzü”. Üstelik câniyâne oyunun kahramanları Kürt de! Bilumum milliyetçi, ırkçı, faşist, üstünlükçü dangalak bayram edecek -ortada çocuk cesedi olmasa. Gelin görün ki, bu Kürtler “o Kürtler” değil. AKP öncesinden beri, bölücü teröristlere karşı devletin yanında saf tutmuşlar. Yani fazla da harcamamak lazım. Fakat..? Yoksa tam da tutmamışlar mı? Çünkü pek dinciler..? Düşünün, hem dinciler hem Kürtler, fakat bundan birilerine ekmek çıkmıyor! Kötü şey, toplumsal yaşamın karmaşıklığı.

Dördüncü olarak, yine bir defa daha, devlet denen organizasyonun kuruluş amaçları ve işlevleri arasında vatandaşları korumanın, onlara hizmetin ne kadar geri planda bulunduğunu, hattâ aslında fiilen bulunmayıp “lüzum görülen” bazı hallerde böyle bir külfete mecburen katlanıldığını görüyoruz. On dokuz gün süren şaşkınlık ve beceriksizlik dönemi boyunca hangi kararların hangi güdüler, kaygılar ve hesaplarla verildiğini veya verilmediğini, hangi işlemlerin yine hangi hesaplar uğruna yapıldığını veya yapılmadığını bilemiyoruz. Birkaç gün içinde “çemberin daraldığını”, “hedefe yaklaşıldığını” ilan eden jandarma komutanının beyanının neye dayanarak önümüze sürüldüğünü, sonra neden birden geçersiz hale geldiğini, şimdi niye hiç hatırlanmadığını, hatırlatılmadığını elbette bilemiyoruz. Ortada yalnız tek çember var, o da bizi içine hapsettikleri acizlik çemberi. Daracık yerde bir cesedin on dokuz gün boyunca bulunamayışı, köy ahalisinin ilgili kısmının müthiş disiplin içerisinde ağız birliği etmesi, ser verip sır vermemesi, buna karşılık devletin tavrının, bizzat kendi elemanları aracılığıyla çiğnediği göstermelik yayın yasağından ibaret oluşu, hiçbir aşamada hiçbir devlet yetkilisinin bizi insan yerine koyup tek kelime açıklama yapmayışı… Bunlar bir defa daha bize vatandaş falan olmadığımızı, meselenin ilgilisi, tarafı vs. olmadığımızı anlatmanın “hayatın doğal akışına uygun” yolları, devlet açısından. Buna, aşağıda tekrar dokunacağım.

Beşincisi, gazeteciliğimizin hâlihazırdaki çıtasının, meslekle ilgili son kaygıları da terk etmeden tasavvur edilebilecek en alt düzeye inmiş oluşu. Ekranlardan belli olmayan bin türlü zorluğa rağmen birşeyler öğrenip bize iletmeye çalışan az sayıdaki fedakâr meslektaşımıza teşekkürler edip onları kenara ayıralım. Utanmadan sıkılmadan yalanların söylenmesinden, gerçeklerin gizlenmesinden, manipülasyon gayretlerinden de sözetmiyorum. “Narin Vakası” herkese hiç beklemediği yerden öyle bir çarptı ki, iktidar propaganda aygıtı bile yalana, çarpıtmaya fazla vakit ve imkân bulamadı. Fakat TV kanalları ve internet yayınlarında sergilenen sansasyon merakı, abartma ve “müşteri çekme” numaralarının utanç verici olduğunu söylemeliyiz. Medyanın görece güvendiğimiz kısmının hali de bu açıdan kötü. Müthiş buluşlar yapılıyormuş, kimsenin aklına gelmeyen bağlantılar keşfediliyormuş havası içerisinde, toplam üç cümleye sığabilecek bilgiyi aktarmak için saatlerimizi çalan ve TV şovuna dönüşen programlar, “teknik ayrıntı” yorumlama ambalajında siyasî nutuklar, fırsatını bulmuşken sergilenen sevimsiz akıl ve hüner gösterileri… Sahada koşturan ve âdetâ boğuşarak gıdım gıdım haber almaya uğraşan muhabirleri şovların flaş numarası “canlı bağlantı” oyununda figüran konumuna sokan mizansenler… Doğru dürüst bilgi alınamadığı, eldeki verilere bir türlü yenileri eklenemediği için hem muhabirlerin devamlı aynı sözleri tekrarlayarak zor duruma düşmesine yolaçılan hem de, ille de çok mühim laflar edilmesi mecburî sanıldığından, bu defa tamamen yorumcunun zihin kapasitesine tâbi kılındığımız şu süreçte, eline fırsat geçirenin kendi tahminlerini -mantıken imkânsız olsa veya çoktan yanlışlanmış verilere dayansa da- “kesin ihtimal” sûretinde takdim etmesi… Gazete ve televizyonların Youtube kanallarındaki videoların sunuluşuna bakacak olursak, “kan donduran ayrıntı”dan “şok edecek detay”a koşturduğumuz şu kadar günde cinayet şimdiye kadar kırk beş defa aydınlandı, katil ifşa edildi, olay çözüldü, vs.. Bu yazı yazılırken, ahıra ulaşmış bulunuyorduk; belki de orada kalmamız uygun olacaktır.

Altıncısı, bunlara karşılık, ısrarla hatırlatılan yayın yasağı varken -üstelik, böyle bir hadisede yayın yasağını meşru bulmayan, yandaşı-muhalifi, hukukçusu, hattâ gazetecisi, hemen hiç kimse yokken- yetkililerin iktidar propaganda aygıtına bilgi sızdırması, böylece bütün toplumun üzüntüyle, kaygıyla izlediği, katıldığı olayda da manipülasyon ve propaganda fırsatını elden kaçırmama gayretini baş köşeye yerleştirmesi. Çünkü burada açıkça, soruşturmanın gerekleriyle bilgi tekelini elde tutma ihtirası karşı karşıya geliyor ve iktidar ikincisini tercih ediyor. Acı olan, burada doğrudan siyasî bağlantısı ve siyasî amacı bulunmayan, yani devletin bekâsı takıntılarıyla falan da ilişkisi kurulamayacak bir cinayeti çözmeye, suçluları tesbit etmeye çalışan görevliler hakkında da şaibe yaratan bir durumun doğması. Böyle bir durumda kime güvenilecek? Bizi yönetenler, en küçük vesileyle dahi, kendilerine asla güvenemeyeceğimizi ortaya koyuyorlar. Bu gerçek bir millî güvenlik meselesi, kimse farkında değil. Başta da hayatı millî güvenlikten ibaret olanlar! Kaldı ki, hiç ortaya getirilmeyen bir nokta daha var, devletin konumunu, tutumunu anlamak bakımından. Şöyle düşünelim: Kimbilir kaç kişinin elbirliğiyle işlenmiş cinayetin, belli ki çok, ama sahiden çok kişinin işbirliğiyle gizlenmeye çalışıldığı korku piyesi, diyelim dört kişiden üçünün AKP+Hüdapar’a değil de DEM Parti’ye oy verdiği bir köyde sahnelense: (a) gözaltılar için bu kadar beklenir miydi? (b) cesedin bulunması on dokuz gün alır mıydı? (c) şu ana kadar şüphelilerin bebekken yataklarına işemeleri dahil her şey ortaya dökülmüş olmaz mıydı? Ve: (d) Yüzlerce “Kaleş mermisi” ve daha kimbilir nelerle ilgili neler neler öğrenmiş olmaz mıydık? Hattâ Tavşantepe yeni bir terör dalgasının merkezi ve Türkiye’yi işgal planının odağı ilan edilmiş olmaz mıydı?

Yedinci olarak, iktidardakiler başta olmak üzere bütün siyaset kurumunu derin şaibe altında bırakan, zira fazlasıyla rahatsız edici birtakım durumların arızî, anlık hadiseler olmayıp hep işleyen bir mekanizmanın yapısal faaliyeti olduğunun bize açıkça anlatılmasından sözedecektim. AKP Diyarbakır milletvekili -ve yörenin geniş, güçlü ailelerinden birinin ileri geleni- Galip Ensarioğlu, Narin’in öldürülmesi dolayısıyla Güran’lardan sözederken, ailenin kendisinin kırk yıllık dostu olduğunu, onları üzmek istemediğini, siyasetçi olarak söylememeleri gereken şeyler bulunduğunu vs. dile getirmişti. Ensarioğlu’nun ifadesi açıkça, “cinayet işlediklerini bilsek de söylemeyebiliriz”i imâ ediyordu ve çok tepki topladı. Kendi görüşlerimi yazmak yerine, tam yazıyı bitirip göndereceğim sırada gözüme çarpan, Güran Ailesi imzasıyla yapılan açıklamadan bahsetmem, mekanizmaya ışık tutmak açısından daha isabetli olacak. Açıklamadan, ailenin, “E, bize de mi, canım?” havasında olduğu anlaşılıyor. “Kuran kurslarına ve Yüce dinimize saldırılar”dan yakınılan metinde, Güran ailesinden “binlerce” kişinin “ülkemizin değişik coğrafyasında” yaşadığı, “büyük ekseriyetiyle de vatanına ve milletine bağlı fertler” olduklarına işaret ediliyor, şöyle deniyor: “Aile fertlerimizin kendi kızlarımızı öldürmelerini tahayyül edemiyoruz, ancak böyle bir durum varsa bile bir kişi yüzünden koca bir ailenin karalanmasını bir takım dış güçler ve onların yerli uzantılarına bağlamaktayız.” Aile adına yapılan açıklamaya, şu “stratejik” ifade de eklenmiş: “Aile fertlerimizin bir kısmının yaşadığı Tavşantepe Mahallesinin stratejik ve coğrafi konumu da ayrı bir etkendir.” Bu cümlenin gerçekten hayli ilginç ve dikkate değer olduğunu düşünmeliyiz. Açıklamayı kaleme alanlar, “Devletimize bağlı tüm güçler”den “bu oyuna gelmemelerini istirham” ederken, şu siteme de yer veriyor: “Maalesef bazı muhafazakar yazarlar dahi hiç inceleme yapmadan aileyi vatan düşmanlığı ile itham etmektedirler.” Buradan da ailenin, cinayetten bağımsız olarak kendilerine sahip çıkılmasını bekledikleri anlaşılıyor. Savcı olsaydım, haksız yere cinayetten suçlanmama kaygısıyla yapılmış görünen açıklamada “dış güçler ve uzantıları” motifine bel bağlanmasını suçluluk karinesi sayardım.

***

Köşeyazarınızdan beklemeyeceğinizi sandığım bir temenniyle bitireyim: Sayıp döktüğüm bütün bu rezilliklere rağmen “Narin Vakası”nda şimdiye kadar sık görmediğimiz türden bir ortaklaşma, bir toplu gayret potansiyeli var. Çok da incesine girmeden, mevzuya el atılır atılmaz anlaşılıyor ki, burada sürüklendiğimiz, tıkıştırıldığımız, soluksuz bırakılmaya çalışıldığımız insanlık dışı halden çıkış yolunun herkesçe idrak edilebilmesi mümkün. Çünkü bu gerçekten “kim olursan ol…”la başlanacak pek az anlamlı önerinin sağlam zemin bulabileceği bir alan. Adalet ve hakikat yolu dışında hiçbir yoldan yürünemeyecek, başka türlü kimsenin selametin hiçbir türlüsüne ulaşamayacağı bir sorun, yaşadığımız.

Siyaset yapılacaksa bu derinliklere uzanılarak, bu genişlikten korkmayarak yapılabilir. Ve bu bizi her gün daha da haysiyetsizleştiren, boğan, kendimizi umutsuz, çaresiz hissettiren şu hayattan öteye sıçratabilir. “Narin Vakası”nı, geleceğe uzanacak anlamlı sonuçlar yaratarak çözüp çözemeyeceğimiz, ne kadar nasıl çözebileceğimiz, Suriye’den ne kadar toprak apartılabileceğinden, bu memleketin insanlarına ve etrafa ne kadar dehşet salınabileceğinden çok daha ciddî meseledir, toplumumuzun geleceği açısından.

Narin’cik oradan çıkamazdı, nasıl çıksın? Bunca şey görmüş geçirmiş toplum, kendini boğulup çuvala tıkılmış, dere kenarına atılmış sayamaz. Sayıyorsa, zorba heriflerin elinde can veren Narin’le değil, ağız birliği edip susarak kendi haysiyetinin üzerinde tepinen ahaliyle kendini özdeşleştiriyordur.

(NOT: Bu yazıyı perşembe günü saat 16:30’da gazeteye ilettim. Gözaltındaki şüphelilerin Adliye’ye sevki sürüyordu.)

Tüm yazılarını göster