Siyasal ve toplumsal dönüşümün, yaşanan krizlerin, çok sayıda ve iç içe geçmiş karmaşık nedenleri olmakla birlikte, ülkeler şimdilerde aynı marazi durumun bir başka sonucuyla yüz yüze: Narsisist liderler. Halkların narsisistlere gösterdiği iltifat. Tarih, ne narsisizme ne de narsisist liderlere yabancı elbette.
Tarihin çok heyecan ve acı verici anlarından geçiyoruz. Kapitalizm can çekişiyor, tüm kurumları sarsılıyor ve doğal olarak burjuvazinin icadı olan temsili demokrasiler de sarsıntıdan payını fazlasıyla alıyor. En kapsayıcı haliyle ‘müesses nizam’ olarak adlandırılabilecek sistem ise, bu büyük altüst oluşa direniyor. Söz konusu nizamdan büyük paylar alan ve onu korumak için canhıraş çaba harcayan ‘varlıklılar’ ile ‘tahammül edemeyenler’ arasında giderek belirginleşen bir çatışma var.
Hemen tüm Batı demokrasilerinde, aralıklarla halk hareketleri patlak veriyor. Şu anda Fransa’da, dün başka bir yerdeydi, yarın bir diğerinde tanık olacağız. Bunlar büyük ölçüde ‘hiyerarşiyi’ ve ‘klasik örgütlenme biçimlerini’ reddeden hareketler. Örneğin Fransa’da hükümet kiminle görüşmesi gerektiğini kestiremedi tam olarak! ‘Yeni’ bir şeyden söz ediyoruz. Halihazırdaki hiçbir kurumun tam olarak uyum sağlayamayacağı bir yenilik. Gezi sürecindeki ‘park forumlarını’ ve ‘Gezi Parkı'ndaki ortaklaşa yaşam formunu’ hatırlayın. Gezi, gelecekten haber verdi bizlere. Bu nedenle Gezi forumları, diğer siyasal ve toplumsal dönüşümler gibi bir anda ‘başlamadı’ ve tabii ‘sona ermedi.’ Tarihin bir ânıydı. Tekel işçilerinin Ankara’daki çadırları gibi. Türkiye’de faaliyette bulunan hiçbir kurum, muhalefet dahil, tam olarak kavrayamadı bu yüzden Gezi ve etkilerini. Var olan kurumlar, hiyerarşi ilkesi temel alınarak örgütlenmiş durumda. Partiler, sendikalar hatta bir ölçüde sivil toplum örgütleri... Haliyle, ‘patronu’ olmayan bir halk hareketine anlam veremediler.
Bakın Fransa’ya, çok bildik/beklenir devlet (müesses/neo-liberal nizam!) refleksleri gösteriyorlar. Kuşkusuz Türkiye’den daha demokratik bir devletten söz ediyoruz; tepkilerin ölçüsü de demokrasi geleneği ve yurttaşlık bilinciyle paralel. Nitekim başbakan ılımlı açıklamalar yaptı ve zamlar bir süreliğine ertelendi. Buna mukabil, ‘provokatörler’ olarak tanımlandı sarı yelekli eylemcilerin bir kısmı örneğin. Yani diyor ki Fransa’nın sağcısı, “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” bir yere kadar, sonuçta her şeyin temelinde “mülkiyet” var! Sorun tam da bu. Sömürüye dayalı devasa gelir farklılıklarının üzerini örtmek, o kadar kolay olamıyor artık. Birkaç gün önce Duvar’da İrfan Aktan, Fransa’da çalışan bir akademisyenle söyleşi yaptı. O söyleşide Alican Tayla, Fransa’da sokağa çıkanların, büyük ölçüde Fransa taşrasından gelen ve önceki banliyö ayaklanmalarından farklı nitelikte insanlar olduğunun altını çizerken, şunları söylüyor: “Bu sefer, iktidarın sesinin çıkmamasına çok alıştığı bir kesim isyan ediyor. Bu kesim, ‘Biz de buradayız’ demek için illa şiddet kullanmayan ama alışılmadık ölçüde somut, gündelik taleplerle ortaya çıktı.” Bu ne demek? Yönetim tarafından enayi yerine konulan ve demokratik sistemlerin varlığını borçlu olduğu, ortalama yurttaş. Söyleşiyi buraya bırakıyorum.
Temsili demokrasilerin krizi, başka yönetim biçimlerinin tartışılmasına, seçenek arayışına yol açıyor ve açacak. İnsanlar seslerini duyurmanın farklı yollarını buluyor bilişim devrimi sayesinde. Sanayi Devrimi’nin sonuçlarını düşünün. Ardından çelik, petrol, elektrik, vs. İşte şimdi de bilişim devrimi ve etkileri çok daha hızlı hissedilebilir. Nasıl ki iki yüz yıl önce her şey altüst olduysa şimdi de oluyor. O zaman ‘nizam’ nasıl direndiyse, şimdi de direniyor. Ve kuşkusuz zamanında o nizam nasıl baş edemediyse, şimdiki de baş edemeyecek.
Yeni yönetim biçimi talepleri, hiyerarşileri reddeden örgütlenmeler çoğalacak. Umuyorum ömür süremiz içinde bu sömürgen ekonomik sistemin çöpe atıldığına tanık olacağız. İki üç kişinin servetinin Afrika kıtasına denk olduğu bir dünyada, her şeyin şimdiki şekliyle ve ilanihaye süreceğini düşünmek için gerekçemiz yok.
Temsili demokrasilerin sarsılması ile, sarsıntının sonucunda demokrasinin beşiği olan ülkelerdeki mutsuz ve telaşlı seçmen kitlelerinin birbirinden sağcı ve kibirli insanları seçmesi arasında bir ilişki var kuşkusuz. Daha önce burada tanıtmaya çalıştığım Sebastian Haffner’in Bir Alman’ın Hikâyesi adlı kitabını okumuşsunuzdur. Haffner orada 1923-24 ekonomik kriz ve büyük çalkantıların ardından Almanların her çılgınlığa hazır bir ruh haliyle yaşamaya başladıklarından söz ediyordu. Kuşkusuz aynı ölçüde olmasa da, halihazırda demokrasilerin ‘başına gelen’ insanların seçilmeleri de yine krizle ilgili. Siyasal/ekonomik alanda yaşanan, temsili demokrasilerin ‘temsili’ niteliğini tartışılır hale getiren bu kriz, yurttaş ortalamasının tercihlerini bir uçtan diğer uca savuruyor. Mars’a araç gönderen ABD, kendisine başkan olarak Trump’ı seçti örneğin! Kültürüne düşkün kibirli Fransızlar, Sarkozy’den kurtulup Le Pen bir köşedeyken Macron’un temsil ettiği vasata razı hâle geliyor. Demokrat ve eşitlikçi İskandinav ülkelerinde de aşırı sağ güçleniyor. Hasta yatağındaki kapitalizm, yaşadığı krizi, yine irili ufaklı faşizmlere kapı aralayarak atlatmaya, ayakta kalmaya çalışıyor. Yeter ki iktidar emekçilere geçmesin; bu uğurda sermayenin gerdan kırmayacağı bir lider yok!
Siyasal ve toplumsal dönüşümün, yaşanan krizlerin, çok sayıda ve iç içe geçmiş karmaşık nedenleri olmakla birlikte, ülkeler şimdilerde aynı marazi durumun bir başka sonucuyla yüz yüze: Narsisist liderler. Halkların narsisistlere gösterdiği iltifat. Tarih, ne narsisizme ne de narsisist liderlere yabancı elbette. Çok yeni bir olguyla karşı karşıya değiliz. Buna mukabil şu son yıllarda pıtrak gibi çoğalan bir lider tarzı, ‘yeni’ olanla, yani temsili demokrasilerin yaşadığı krizle ve doğrusu biraz insaflı bir dille ‘sağ popülizm’ olarak adlandırılan yönetim tercihiyle ilgili. Bu adlandırmayı sorunlu ve hafif buluyorum doğrusu. Sağ-popülist olarak adlandırılan rejimlerin büyük bir kısmı, bir tür faşizmin (J. Bellamy Foster’ın neo-faşizm dediği) niteliklerini taşıyor. Faşizme saygınlık kazandıran ve onu olduğundan zararsız gösteren bir tercih, sağ-popülizm terminolojisi. Konuya dair Korkut Boratav hocayla Birgün’de yapılan söyleşiyi okumanızı dilerim.
Bugün söz etmek istediğim kitap, işte bu liderleri konu ediyor. Klinik psikiyatri alanında çalışan Bärbel Wardetzki tarafından kaleme alınmış. Kitabın adı: “Siyasette ve Toplumda Narsisizm, Ayartma ve İktidar.” (İletişim, 2018) Deniz Cankokaç tarafından çevrilmiş. Başta Trump olmak üzere narsisist olduğunu düşündüğü liderlerin davranışlarından/konuşmalarından hareketle siyaset ve toplumun hücrelerine sirayet eden narsisistik nitelikleri, çok sayıda başlık altında ele alıyor çalışma. Çok rahat bir dille, sohbet eder gibi kaleme alındığını söylemek isterim.
Yazar Wardetzki, yalnızca siyasetteki narsisizmden değil, sosyal yaşamda da giderek yayılan ve sıradan insanı mutsuzluğa iten narsisist kişiliklerden hareketle bazı sorular yöneltiyor önce. Neden insanoğlu abartılmış güzellik peşinde? Neden güç iddiasında? Neden sosyal medya aracılığıyla sürekli olarak kendisini gösterme hevesinde? Neden herkes önemli olmayı, görünmeyi istiyor? Wardetzki, narsisist insanların yönetici pozisyonlara gelişini, genel bazı eğilimlerden hareketle anlamaya çalışıyor. Kamuya açık, herkesin bildiği haberlerden hareket ediyor. Ortalama yurttaşa ayna tutup narsisizmin karanlık yanlarını, yıkıcılığı, kontrol ve yönlendirmeyi ele almayı deniyor. Yazar, bunu yapmaktaki amacını, yurttaşı narsisistik süreçlere duyarlı hale getirmek, direnç kazanmasını sağlamak olarak açıklıyor. Çünkü narsisistler, bizi parmağında oynatabilecek, ayartıcı insanlardır:
“Kendimize onlardan ne ümit ettiğimizi de sormalıyız: Yani hangi narsisistik ihtiyaçlarımızı karşılamaları gerektiğini. Bunu bilirsek, onların iktidarına tabi olmak zorunda kalmayız, daha özerk şekilde, kararlarımızı kendimiz vererek kendimize bakabilir, yaşamımızı... kendi değer ölçülerimize göre düzenleyebiliriz... Ne var ki çok çeşitli sebeplerle çok sayıda insan bunu yapmayı istemez... boş vaatlerin peşinden koşmayı tercih eder... bu, ‘narsisistler’ için harika bir oyun sahasıdır.”
Narsisizmi ve narsisistleri ‘ifşa’ çabasına narsisizmi tanımlayarak başlıyor yazar. Ardından, ‘”Ayartma,” “İktidar,” “İktidarın karanlık yanı,” Narsisizme muhalefet” başlıkları altında, sıradan haber ve konuşmalara atıfla inceliyor konusunu. Narsisist kişilerin iktidara geldiğinde iktidar gücünü kötüye kullanmaları; kendilerini makamlarıyla özdeşleştirmeleri ve öne çıkarmaları; hep daha fazlasını istemeleri; dünyayı, kendi zihinlerindeki örneğe benzetmeye çalışmaları; sıradan insanların rolünü ‘şakşakçıya’ indirgemeleri; yeteneklerinin üzerinde de olsa üstlendikleri rolü yerine getirmek için cesaretli davranmaları; maniple etme yetenekleri; manevi tacizden kaçınmamaları; yalan söylemekten kesinlikle çekinmemeleri; olup biten her şeyi kendileriyle ilişkilendirmeleri...
Yazara göre narsisistlere hayranlık duyarız, “...çünkü bizim cesaret edemeyeceğimiz şeyleri yaparlar.” Narsisistin ayartabilmesi için, ayartılacak birilerinin olması gerekir. Narsisist, o birilerine yalan söylemekten kaçınmaz, kendi sesinden başkasını duymaz, eleştiriye kapalıdır. Gerçekliği çarpıtmasından çok, umut arayanlara ne vadettiği önemlidir. Yazar, narsisistlerin karşısında, onların şakşakçısı olmayı kabullenmiş kitleleri ‘ekhosit’ sözcüğüyle adlandırıyor. Malum, Ekho, Narkissos’a âşık olan perinin adı. Narsisistin tamamlayıcısı anlamına geliyor.
Yazar, kitabın sonunda narsisistlerle mücadele için bazı öneriler de sıralıyor. Siz okursunuz! Yazı, narsisistlerin manipülasyonundan korunmak için önerilerin olduğu kısımdaki şu hoş ve manidar ifadelerle sona ersin: “Manipülasyonun olumsuz etkilerinin önlenebilmesi için kurbanlar arasında açık bir iletişime ihtiyaç vardır... Kendini korumak için dayanışma ve özen gereklidir. Biz deli değiliz, delirtiliyoruz.”