Narsisizm keskin dışavurumlarıyla bir ‘klinik vaka’ oluşturmak: İlgi Manyağı

"İlgi Manyağı", kişisel olanın toplumsallığına, toplumsal olanın kişiselliğine dokunuyor. İmaj kültürüyle çevrelenmiş çarpık bir toplumsal yapı, var olan narsisizmi besliyor, büyütüyor, şekil veriyor.

Abone ol

Gizem Üstündağ

Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde yapan ve büyük bir ilgiyle karşılanan "İlgi Manyağı" (Sick Of Myself), Norveçli yönetmen Kristoffer Borgli’nin ikinci uzun metrajlı filmi. Türkiye’de ilk olarak Filmekimi’nde gösterilmesinin ardından vizyondaki yerini alan film, son zamanlarda oldukça etkileyici ve başarılı işler ortaya koyan İskandinav sinemasının özgün örneklerinden biri.

"İlgi Manyağı", bireysel bir psikopatolojinin aşırılıklara varması üzerinden kara mizah üretirken aynı zamanda yozlaşan, yabancılaşan modern toplumu incelikli bir şekilde hicvederek günümüz distopyasını inşa ediyor. Dijitalleşen çağ ile ayyuka çıkan "mış" gibi yaşantılara ve bunun yarattığı toplumsal ikiyüzlülüğe dikkat çekiyor. Film, mağduriyeti yücelten modern toplumun içinden çıkamadığı kurban psikolojisini, şekilciliğe/imaja dayalı suni zihniyeti, popüler kültüre hakim olan burjuva ahlakını titizlikle ele alıyor ve eleştirel bakışını Signe ve Thomas üzerinden izleyiciye aktarıyor.

Signe ve Thomas, birbirleriyle sürekli rekabet halinde olan ancak yine de bu sağlıksız ilişkinin içinde kalmakta ısrar eden son derece garip bir ikilidir. Her iki karakterin de var olan patolojileri üzerinden bir kimlik inşa etmeye çalışmaları giderek trajikomik bir hal almaya başlar. Signe’nin dikkatleri üzerine çekme çabasıyla, Thomas’ın ünlü bir sanatçı olma telaşı ve sonsuz bencilliği birleştiğinde akıl sınırlarını aşan olaylar yaşanmaya başlıyor ve modern toplumun dikte ettiği "göründüğün kadar varsın" algısının bir tezahürünü izliyoruz böylece.

Girdiği her ortamda ilgiyi üzerine çekmeye çalışan, görünür olmak adına ne yaptığını umursamayan, "ben de buradayım" demek için işkencelere katlanıp ölümü göze alan bir karakter Signe. Thomas ise çalma dürtüsünü sanatına alet ederek ün kazanmanın derdinde ve o da en az Signe kadar görünür olmanın, onay almanın peşinde sürükleniyor. Thomas’ın beklenmedik bir şekilde "çağdaş sanatçı" olarak ün kazanmasıyla Signe’nin ilgi görme arzusu da tetikleniyor. İlgiyi üzerine çekebilmek adına kurban rolüne girmekten çekinmeyen Signe, bunun işe yaradığını fark edince canı pahasına kendini kurban etmeye devam ediyor. Kurban rolünde ne yaptığını, başına neler geldiğini ve geleceğini önemsemiyor. Signe’nin önemsediği tek şey, yaşadıklarına karşılık yakın çevresi ve toplum tarafından nasıl göründüğü ve ne kadar ilgi gördüğü.

.

Signe’nin ilgi görme ihtiyacı, başkasının başına gelmiş bir köpek saldırısından pay çıkarmaya, Thomas’ın başarısının kutlandığı bir akşam yemeğinde ilgiyi kendi üzerine çekmek için alerjisi var(mış) gibi yapmaya ve hatta tehlikeli bir ilaçtan derisini mahvetmek pahasına aşırı doz almaya kadar ilerliyor. Ve film, kara mizahın düşmeyen temposunda narsizmin keskin dışavurumlarıyla ‘klinik vaka’ya dönüşüyor.

Signe’nin patolojisinin yol açtığı travmatik olaylara tanıklık ederken aslında meselenin sadece Signe ile ilgili olmadığını anlıyoruz. Kişisel olanın toplumsallığına, toplumsal olanın kişiselliğine dokunuyor film. İmaj kültürüyle çevrelenmiş çarpık bir toplumsal yapı, var olan narsisizmi besliyor, büyütüyor, şekil veriyor. "Görüntü özden önce gelir" diyen bir toplumda, Signe’nin görülme arzusunu bu bağlamdan ayrı tutamıyoruz günün sonunda. Görünür olmak meselesine dair göz ardı edilen her ne varsa çarpıcı bir gerçeklikle geliyor önümüze ve bireysel patolojiden ziyade hastalıklı bir toplumun var olabilme sancısı kalıyor filmden geriye...