“Nasıl, dış sesi beğendiniz mi? Ben beğenmedim.” Haber kanallarının uzun süredir benimsediği anchor’lık müessesesinin yıldızlarından Fatih Portakal, Yunanistan’daki seçim sonuçlarını anlatan haberin ardından izleyiciye bu soruyu yöneltip cevabı da kendisi veriyordu. Devamında da haberi seslendiren editör (veya spikeri) canlı yayında önce izleyiciye şikayet ediyor, ardından seslendirmeyi beğenmediğini vurgulayarak izleyiciden özür diliyordu.
Sözcü Tv’nin Pazartesi günü anahaber yayınındaki bu tepki son dönem televizyon yayıncılığının geldiği nokta açısından hayli düşündürücüydü. Portakal, haberin seslendirmesini neden beğenmediğini söylemiyor ama gazetecilik etiği, mesleki dayanışma adına ne varsa üstüne basarak izleyiciye tuhaf bir tirat çekiyordu. “Haberin her şeyinden sorumluyum çünkü ben bu anahabere adımı veriyorum” diyerek de anlamsız tepkisini gerekçelendiriyordu. “Çünkü ben sizinle karşınızdayım” gibi Türkçesi de bozuk bir cümleyle devam ediyordu. Kendi ismi olmasa o anahaberin bir kıymeti olmayacaktı ona göre. Onca muhabir, editör, kurgucu, kameramanın emeği değil Fatih Portakal’ın marka ismi önemliydi. “Adımı verdim bu haber bültenine.”
Birkaç üstünkörü siyasi yorumla yürütülen son dönem anahaberciliği ve sunuculuğunun geldiği nokta uzun süredir hakkaniyetli bir tartışmayı hak ediyordu. Ancak toplumun ve bir ölçüde gazetecilerin kendilerinin de medyadan bir beklentisi kalmadığından Faruk Bildirici’nin tek kişilik ombudsmanlığı dışında doğru düzgün bir medya eleştirisi de yapılamıyor. Bildirici de her zaman genç ve “accurate” kalacak gazetecilerce “boomer” ilan edildiğinden kaybolmaya yüz tutmuş bu meslek veya geleneği sürdürüp ilerletmeye pek kimsenin niyet ve takati yok gibi. Gazetecilik etiği, temas mesafe ilişkisi, teyit refleksi, çok seslilik, tarafsızlık, dengeli habercilik gibi ilkeler çok uzun süredir ortadan kaldırıldığından, dezenformasyon ve misenformasyonu ana ilke edinen bir ana akım yayıncılık içinde bir muhabir veya köşe yazarının tekil kusuru üzerinden medya eleştirisi yapmak da bir yerde -kabul etmeli ki- gülünç görünebiliyor.
Yayında bardak kıranından hemen her konudaki derin siyasi analizleriyle izleyicisini aydınlatanına, haberlerine mehter remixi yapanından, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün garantörlüğünü üstlenene anchor’lık müessesesi ülke televizyonculuğunun 30 yıllık bir geleneği. Reha Muhtar’ın 90’ların sonu 2000’lerin başlarındaki performansını sonraki kuşak kendisini aratmayacak bir performansla sürdürüyor.
Portakal’ın yukarıda aktardığım tepkisini ilk olarak Twitter’da gördüğümde haberin seslendirmesinin kendisini haklı çıkaracak derecede başarısız olabileceğini düşündüm. Ancak haberin kendisini izlediğimde normal bir seslendirme olduğu anlaşılıyordu. Ne vurgularda bir sorun vardı ne ifadelendirmede. Gayet anlaşılır ve açık bir “perfore”ydi aktarılan. Portakal seslendirme yapmasından rahatsız olduğu kişiyle canlı yayında hesaplaşmak istiyor olmalıydı, yoksa o seslendirmeye böyle bir tepki verilmesi rasyonel düşünen ve hareket eden bir gazeteci için mümkün olamazdı.
FARKLI SES ALERJİSİ
Muhtemelen Türk televizyonlarına has bir rahatsızlık olan haber seslendirmesinin tek kişiye teslim edilmesi alışkanlığı farklı ses, aksan ve tonlara karşı bir alerji de yaratmış halde. 90’lı yıllardan bu yana anahaberden televole gibi magazin programlarına mümkün mertebe haberler yalnızca belli kişilerce seslendirildi ki bu da teknik anlamda bir tek seslilik yarattı. Öyle ki haber bültenlerindeki sesler farklı da olsa birbiriyle neredeyse aynı tonlamalarla aktarılan haber seslendirmeleri ortaya çıktı.
Oysa uluslararası yayın yapan BBC’den CNN’e, El Cezire’den France 24’e hemen her kanalda haberler ya muhabiri tarafından ya da farklı editörlerce seslendiriliyor. Bu bültenlerde sadece bir kişiden veya aynı tondan “perfore” dinlemek neredeyse imkansız. BBC’de Hint aksanından Çin aksanına, Nijerya aksanından İran aksanına her sesi duymak mümkün. Ancak Türkiye’de hayatın her alanındaki teklik bu alana da sirayet ettiğinden olacak farklı her türlü sese duyulan alerji haber seslendirmelerinde de Portakal reaksiyonerliğiyle kendini gösterebiliyor.
Haber spikerlerinin sunumlarını tamamen yoruma boğan yöntemin de saygın uluslararası haber kanallarında -takip edebildiğim kadarıyla- yerinin olmadığını belirtmek gerekiyor. Türkiye’de bir sıradana dönüşmüş olan bu alışkanlık yorumu haberin, spikeri de haber merkezinin önüne çıkarıyor. Birçok bülten bu haliyle spikerin performansına terk ediliyor. İzleyici habere ulaşabilmek için spikerin olmazsa olmaz yorumlarına katlanmak zorunda kalıyor. Bunları söylemek haber bültenlerinin TRT’nin ilk dönemdeki renksiz ve resmi bültenlerine çevrilmesi gerektiği anlamına da gelmemeli. Ancak bu kadar renklilik ve performans arasında haberin kendisi görünmez oluyor. Özellikle muhalif haber kanalları açısından asıl “yorumun” spikerlerde değil haber çeşitliliğinde, sesi duyulmayanlara mikrofon uzatılmasında, ana akımın yüz çevirdiği, bilerek sansürlediği kesimlere platform oluşturmakta aranması gerektiği göz ardı edilebiliyor.
Bu argümanların ötesinde sunucunun haberin sadece “Portakal” markasının eseri olduğu yanılgısıyla gösterdiği kibir, muhtemelen asgari ücret veya dolaylarında çalıştırılan bir medya emekçisine karşı tutumu tartışılmalı. Portakal’ın tuhaf tepkisinin Muharrem Sarıkaya’nın muhabire canlı yayında şiddet uygulamasının farklı bir versiyonu olduğu dikkate alınarak tabii. Seda Selek’in önerdiği gibi psikolojide “kendisi hakkında abartılı düşünceler, gurur, olağandışı güç ve yeteneğe sahip olduğu inancı” olarak tarif edilen “grandiyozite”nin memleketin farklı şahsiyetlerinde ne şekillerde kendini gösterebildiği üzerinde de ayrıca durulabilir.