Nasıl çalışır? • 'Terörist'

Türk İslâmcı ve faşistinin yönetim pratiklerinin Engizisyon’dan mülhem olduğunu mu düşünmeliyiz? Olur mu canım! Yani sadece onlar olur mu? “Eski Türkiye”nin devlet uygulamaları da Engizisyon profesyonellerininkilere uzak değildi.

Ümit Kıvanç yazar@gazeteduvar.com.tr

11. yüzyıl başlarında, Katolik Kilisesi’nin birçok aslî görüşüne itiraz eden bir gizli topluluk oluşmuştu: Orléans Grubu. İsa’nın dirildiğini kabul etmemek gibi radikal tavırları bir yana, Tanrı ile bağlantının mutlaka Kilise aracılığıyla kurulabileceği ilkesini reddediyorlardı. "İçsel aydınlanma" ve dokunarak birbirlerini günahtan arındırma gibi özel yöntemlerle Tanrı’ya pekâlâ ulaşabileceklerine inanmışlardı. Sözün kısası, zenginliği ve etkinliğiyle en büyük yeryüzü muktediri olmaya soyunmuş Kilise’yi takmıyorlardı. Ancak Kilise onları takıyordu, çünkü bu halin gözlerden uzak bir köşede yapılan çıkıntılıktan ibaret kalacağına güvenemiyordu. Orléans Grubu’nun pekâlâ Kilise’nin dogmalarından daha gerçekçi görünebilecek fikirleri yayılabilirdi. Tehdidi daha somut kılan olgu, grubun liderinin vaktiyle Fransa Kraliçesi'nin günah çıkardığı papaz oluşuydu. Topu topu yirmi kişilik gruba tuzak kurup hepsini yakaladılar ve kulübeye doldurup yaktılar. Kraliçe yakılmaya götürülen eski rahibinin gözlerini bizzat çıkardı. Bütün bu vahşet yirmi kişilik bir grubu ortadan kaldırmak için miydi?

Kilise’nin yeryüzündeki iktidarını ve din adamlarının ayrıcalıklarını kökünden söküp atmaya aday bir zararlı fikriyat sahiplerinin, kraliçeyi töhmet altında bırakabilecek eski bağlantıyla birlikte yok edildiği düşünülüyor olmalıydı. Fakat bir acayiplik söz konusuydu: Grup, büyük ispat çabalarına gerek kalmaksızın sapkınlık olarak damgalanabilecek fikirlerinden ötürü cezalandırılmamıştı; hadisenin topluma takdim edilişine bakılırsa. "Bunun yerine, gece gizlice buluşmak, şeytan çağırmak, cinsel âlemlere katılmak, bunun sonucunda doğan bebekleri öldürüp bedenlerini yakarak tüketen kişileri şeytanın tarafına geçiren bir toz yapmakla suçlanıyorlardı" (Matthew Kneale, Bir Ateistin İnanç Tarihçesi, çeviren Şahika Tokel, İletişim Yayınları, İstanbul 2015; aktardığım bilgiler de bu kitaptan).

“Orléans Grubu neden cadılıkla suçlanıyordu?” diye soruyor Kneale ve cevaba ilişkin tahminini anlatmaya, sapkınlığı kraliçeye bulaştırma ihtimali bulunan rahibi anarak başlıyor: "…bu çevrenin lideri Stephen daha önce Fransız kraliçesinin günah çıkardığı rahipti, bu nedenle sapkınlık lekesinin hem kraliçeye hem de kocasına bulaşması konusunda gerçek bir tehlike mevcuttu. Dolayısıyla bu çevreyle ilgili meselenin mümkün olduğunca kuvvetlendirilmesi mâkûl bir politikaydı.” Böylelikle "muhaliflerin görüşlerini herkesin ciddiye alması" engellenebilirdi. "Dinî görüşleri, itham edildikleri suçların dehşetiyle bastırılacak ve sapkınlık zapt edilecekti” (vurgu benim -ük). Yazar, “Eğer ruhban sınıfının düşüncesi bu idiyse” diye devam ediyor, “son derece başarılı olmuştu. (…) Görünüşe bakılırsa bu dava talihsiz bir örnek oluşturmuştu. Cadılık suçlamaları Orléans’ta bu denli başarılı olunca ondan sonra gelen gitgide artan sayıdaki sapkınlık davasında hızla standart bir uygulamaya dönüştü.” Ne zamana kadar? 1980? 1990? 2021?

Buraya kadarından çıkarabileceğimiz devlet dersi şöyle: Aykırılığı tehlike yaratan grubu, itirazlarından, eleştirilerinden, görüşlerinden, taleplerinden ötürü değil, cadılıkla -yani üzerlerine herkeste infial yaratacak, cezalandırılmalarını kitlesel talep haline getirecek eylemler yamayarak- suçlayıp yargılıyor, hem herkesi ona düşman edebiliyor hem de itirazla karşılaşmaksızın imha ediyorsun.

Dahası var. 14. yüzyılda “…sapkınlıklar şiddetlenince o kadar çok cadılık suçlaması oldu ki, bu suçlamalar kolaylık sağlanması amacıyla standartlaştırıldı. İşkence rutinleşti ve Engizisyon mahkemesi üyelerine sormaları için ‘Ne zamandır cadısın?’ gibi hepsi daha ziyade suçu varsayan bir dizi soru listesi veriliyordu.” Pek tanıdık uygulamaları çağrıştıran bu bilgilerden daha alengirlisi şu: "Yine de ortaçağlarda sapkın hareketleri izlemeyenlerin cadılıkla suçlanması nispeten nadirdi."

Devlet dersi iki: Tehlikeli grup hakkında hüküm önce verilir, yargılama hükmü doğrulamak için yapılır.

Ve üç: "cadılık"la suçlanacak olanlar, aslında böyle fantastik olmayan başka -gerçek- sebeplerden ötürü tehlikeli ilan edilmiş olanlardır.

Matthew Kneale, "cadı dehşetinin muhteşem dönemi"nin neden "adı hurafeler ve cehaletle birlikte anılan" Ortaçağ’da değil de, "öğrenme, matbaa ve yeni okuryazarlıkla, akıl ve klasik dönem aşkıyla, büyük edebiyat, sanat, müzik ve bilimsel keşifle ilintilendirdiğimiz" Rönesans zamanı yaşandığı sorusunu ortaya atıyor. Ve diyor ki: “…Avrupa dinsel açıdan iki yüzyıldır olmadığı kadar dingindi. Engizisyon’a pek iş düşmüyordu. Böyle bir durumda her profesyonelin yapacağı gibi Engizisyon mahkemesi üyeleri de kendilerine yeni iş bakınıyorlardı. (…) [Ş]eytan emekliye ayrılmış değildi. Eğer şeytanın müritleri artık sapkın mezheplerde bulunamıyorsa başka bir yerde olmalıydılar. Böylece Engizisyon faal biçimde cadı avına girişti.”

Devlet dersi dört, Süleyman Demirel’in 1980 darbesi ertesindeki sorusunda içeriliyor: "11 Eylül’e kadar akan kan 12 Eylül sabahı nasıl durdu?"

Beşinci ders ise şu: İç düşmanın yokluğu iktidar için tekinsiz durum yaratır.

Matthew, Engizisyon’un yüzyıllara yayılan “sapkın” tesbiti ve işkence pratiği birikiminin cadı avı seferberliğinde çok işe yaradığını belirttikten sonra, Alman Dominiken Engizisyon Mahkemesi üyesi Heinrich Kramer’den sözediyor. 1470’lerden itibaren meşhur olan bu iman bekçisi cadı avcısı, cadıların marifetlerine ve nasıl tespit edilip yakalanabileceklerine ilişkin bilgilerini derlediği bir kitap yazmıştı. Daha sonra, bilin bakalım neyle suçlanacaktı: Zimmetine para geçirmekle! Türk İslâmcı ve faşistinin yönetim pratiklerinin Engizisyon’dan mülhem olduğunu mu düşünmeliyiz? Olur mu canım! Yani sadece onlar olur mu? “Eski Türkiye”nin devlet uygulamaları da Engizisyon profesyonellerininkilere uzak değildi.

Ders altı: Birileri sürekli cadılardan söz ediyor ve avlar tertipliyorlarsa, mutlaka başka yerde başka haltlar karıştırıyorlardır.

Fakat biz “terörist” kavramının kullanımından, teröristlerin nasıl tespit edilip yakalanabileceklerinden söz edecektik?!.. O da başka sefere artık. Selahattin Demirtaş nasıl elli kişiyi öldürmüş, Gültan Hanım nasıl belediyenin paralarıyla örgüte tank-top almış, onları da anlatırım o vesileyle…

Tüm yazılarını göster