İç sahada karşınızda sizden çok daha zayıf bir rakiple oynuyorsunuz. Ve sol bekinizde aslen stoper olan bir oyuncu, sağ bekinizde savunma yanı daha ağır basan bir oyuncu, üçlü orta alanınızın savunma önünde net bir kesici ve en uçta aslen bir kanat oyuncusu olan, kapalı savunmalara karşı çok fazla alan bulma şansı olmayan bir oyuncuyla maça çıkıyorsunuz.
Stefan Kuntz’un Ermenistan karşısındaki bu aşırı tutucu tercihlerinde iki şey etkili olmuş olabilir; birincisi, Letonya deplasmanı. Üçü de 10 numara karakterli olan Hakan Çalhanoğlu, Orkun Kökçü ve Arda Güler orta sahasıyla çıkılan o maçta rakibe pek çok gol fırsatı verilince, iç sahadaki bir sonraki Galler maçında Arda’nın yerinde bu defa savunma önüne Salih Özcan’ı yerleştirmişti Alman teknik direktör. Dün gece de zayıf rakibi karşısında bu anlayıştan vazgeçmedi ve bu defa Salih’in yerinde takımında daha çok oynayan İsmail Yüksek’e şans verdi.
Kuntz’un tutuculuğundaki ikinci neden ise koltuğunun sağlam olmaması olabilir. Hele böyle zayıf rakipler karşısında puan kaybı lüksü hiç olmayan Kuntz, en risksiz şekilde sonuç almanın peşine düşüyor. Bu anlaşılabilir, fakat yine de birçok saha içi tercihini anlamlandırmak çok güç.
BEK TERCİHLERİ
Örneğin, Ferdi Kadıoğlu’nun yokluğunda Türkiye’nin elinde büyük bir güvenle oynatabileceği bir sol bek olmayabilir. Ama Beşiktaş’ta son iki maçtır Arthur Masuaku’nun sakatlığı nedeniyle mecburen sol bekte oynatılan ve hiç de fena bir performans göstermeyen Onur Bulut, Ermenistan’a karşı da sol bekte değerlendirilemez miydi?
Yine de Kuntz bu maça sol ayaklı bir stoperini sol bekte kullanarak başlamayı tercih etmiş olabilir elbette. Fakat bu durumda da, Cenk Özkaçar sol kanattan hücumu besleyemeyeceği için, sağ bekte yine savunması güçlü Zeki Çelik’in yerine ofansif yetenekleriyle öne çıkan Onur neden kullanılmadı? İşte bu çok anlaşılmazdı. Onur’un Türkiye geriye düştükten tam yirmi dakika sonra Cenk’in yerine sol beke geçebilmesi, sağ bekte de yine ofansif olarak daha üstün olduğu Mert Müldür’e tercih edilmemesi daha da anlaşılmazdı.
SANTRFORSUZLUK
Sahanın en ucunda ise bilhassa son Galler maçından sonra net bir santrfor olmadan oynamanın, Türkiye için galibiyeti bir hayli riske atan bir etken olduğunu görmüş olmalıydı Kuntz. O maçta da en uçta Barış Alper Yılmaz tercihiyle maça başlamış ve maç boyunca üretim sorunu yaşayan Türkiye için kilidi oyuna sonradan giren Umut Nayir’in sırtı dönük oyun becerisi ve yüksek toplardaki başarısı açmıştı. Barış Alper ise en uçta başladığı maçı sağ bekte bitirmişti.
Pekâlâ dün akşam da Umut Nayir’in yapabildiği santrforluk işlerini yakın zamanda Rennes’e transfer olan genç Bertuğ Yıldırım’dan yapması beklenebilirdi. Elbette Barış Alper’in de santrforda kullanılabileceği maçlar olabilir. Ama ne Galler ne de Ermenistan maçı bu maçlardan biriydi. Barış Alper, ancak Türkiye’den daha güçlü rakipler karşısında, topun daha dengeli paylaşılacağı ve Türkiye’nin daha fazla alan bulabileceği maçlarda en uçta kullanılabilir. Örneğin, Hırvatistan deplasmanında.
Yine de dün akşam, bilhassa ilk yarıda Barış Alper kötü bir maç çıkarmadı. Sırtı dönük oyun becerisi olmadığı için etrafıyla iyi bir bağlantı kuramadı belki, ama savunma arkasına koşularıyla iki pozisyon buldu. Fakat bu pozisyonlarda da Türkiye ceza sahası içinde bir bitiricinin yokluğunu aradı. Nitekim oyuna 80. dakikada, kadroya ancak Umut Nayir’in sakatlanmasının ardından dâhil edilen Halil Dervişoğlu’ndan bile sonra girebilen Bertuğ, santrforun nasıl bir şey olduğunu 88. dakikada yaptığı tek vuruşta gösterdi, ama bu Türkiye’ye galibiyet için yetmedi. Ve Alman teknik direktör üzerindeki baskı ve eleştiriler, haklı olarak daha da arttı.
KUNTZ’TAN ÖNCE, KUNTZ’TAN SONRA
Türkiye, Kuntz göreve gelmeden önce de elbette iyi bir durumda değildi, hatta berbat bir durumdaydı. EURO 2020 finallerinde grubunda sıfır çekmiş, turnuvanın uzak ara en kötü takımı olmuş, ardından Dünya Kupası elemelerinde içeride Karadağ’a 2-0’dan puan verip, deplasmanda Hollanda’ya 6-1 kaybedince, Şenol Güneş dönemi kötü bir şekilde sona ermişti.
Güneş’in en çok aldığı eleştiri, takımın taktiksel olarak çok ilkel bir görüntü vermesiydi ve bizzat Millî Takım sorumlusu Hamit Altıntop tarafından da bu eleştirinin haklı olduğu kabul edilmişti. Yerine Kuntz getirilirken de Altıntop’un medyaya verdiği demeç, “Sayın Kuntz’u genç, modern ve taktiksel olarak en üst seviyede oynama hedefiyle tanıtmak istiyoruz” şeklindeydi.
Aradan tam iki yıl geçti. Ama Türkiye’nin sahada tam olarak ne oynamak istediği hâlâ anlaşılamıyor. Türkiye bir topa sahip olma takımı mıdır, yoksa bir geçiş takımı mıdır? Bilmiyoruz. Rakip yarı sahaya yerleşerek mi hücum etmek ister, yoksa top rakipteyken karşı presle mi yüklenir? Bilmiyoruz. Türkiye’nin hâlâ bir oyun kimliği yok. Dahası Altıntop’un deyimiyle, aradan geçen iki yılda ne modern ne de taktiksel olarak üst seviyede bir takım yaratılabildi. Genç bir takım zaten vardı, o da yıllar önce Mircea Lucescu döneminde yaratılmıştı.
HER ŞEY DAHA DA KÖTÜ OLACAK
Şimdi bir kez daha Kuntz’un ve onunla birlikte Altıntop’un görevlerinden ayrılmaları gerektiği konuşuluyor. Bu gayet anlaşılır. Kuntz elbette üst düzey bir teknik direktör değil, Türkiye’de iki yıldır bir etki yaratamadı, yaratabileceğine dair herhangi bir emare de yok, dolayısıyla gitmesinde de hiçbir sakınca yok. Onu göreve getiren Altıntop’un da Kuntz’un gitmesi hâlinde görevinden ayrılması pekâlâ icap edebilir.
Ama şu da bir gerçek ki, Kuntz ve Altıntop’tan sonra da A Millî Takım'da işler iyi gitmeyecek. Çünkü bizim buralarda değişiklikler işlerin daha iyi olması için değil, nasılsa bundan daha kötü olmayacağı düşünülerek yapılır, ama çoğunlukla bundan daha kötü olur. Yine öyle olacak.
Şu an hedefte Kuntz olabilir, bunun haklı sebepleri de olabilir, dün de hedefte bir başkası vardı ve onun da yine haklı gerekçeleri vardı. Ama en nihayetinde, Türkiye’nin santrfor olarak oynattığı oyuncu Barış Alper ise, sol beki sakatlandığında yerine ikinci bir sol bek koyulamıyorsa, o ülkenin birincil sorunu elbette teknik direktör olamaz.
Oysa çok değil, iki yıl kadar önce bu takımın ülke tarihinin en iyi millî takımı olduğu söyleniyordu. Gerçeklerden bu kadar uzakta olan bir futbol kamuoyu, pek tabiî esas sorunun nerede olduğunu değil, bir kez daha günü kurtarmak için neler yapmak gerektiğini tartışacak. Ve tam da bu yüzden sonunda yine hiçbir şey kurtulamayacak ve her şey daha da kötü olacak.