Budala’da, uzun bir Avrupa seyahatinden anayurda dönen Lizaveta Prokovyevna soluğu Prens Mışkin’in yanında alır “Ama hiç değilse burada, şu zavallının baş ucunda, tam Rus işi ağlayabildim”. Ben de uzun bir mahrumiyet döneminin ardından (neden? niçin?) bir kitap dergisinin baş ucunda, tam Türk işi gözyaşları döküyorum.
“Yerlilik Sorununa Öyküden Bakmak” dosyasıyla Sabit Fikir Aralık sayısı, kapakta, elde kitaplar yine de eşeğe ters binmiş Nasreddin Hoca görseliyle ismiyle müsemma bir dergi olduğunu bağırırken… Cemal Şakar dosyanın tek ve biricik yazısında yerlilik nedir, kime denir, evrensele nasıl ulaşılır üzerine aşırı özgün fikirlerini (“Tek malzemesi dil olan edebiyat da doğal olarak toplumsal bir olgudur”, “Olaylar ve olgular karşısında insanların verdiği tepkiler farklılık gösterse de doğuştan getirdiği öz nedeniyle ortak bir paydada buluşulur”, “Kültürün bir yaşam biçimi, yaşam içinde tüm yapıp ettiklerimiz demek olduğunu hatırlarsak, bütün bu yapıp ettiklerimizin başka kültürler tarafından belirlenmesi, bizi biz yapan değerlerden de kopmak anlamına gelir” bla bla bla) okurun anladığından emin olana dek.
Yani paragraflar paragraflar boyunca sıralarken yolda kolundan yakalayıverdiği Dostoyevski’yi de tezlerine tanık tutuveriyor; “Mesela Dostoyevski, Batı kültürü karşısında yerliliği savunuyordu”. Hangi batının karşısında nasıl bir yerliliği ne amaçla savunuyordu gibi özgüllüklerin yazarca hiçbir önemi yok. Büyük Rus yazarın İngiliz, Alman ve Fransız romancılardan hem tema hem de üslup olarak nasıl da etkilendiği, Rusya’nın Avrupa kültürünü yadsımasını değil bir anlamda içererek aşmasını arzuladığı detayları da lüzumsuz. Bu tartışmalara girmeye çalışsak, dere bizi Turgenyev Almanya’nın kanalizasyon sorununu Rusya’nın hayati meselelerinden daha önemli buluyormuş denizine dökecek ki… "Dostoyevski de durur mu, Turgenyev’e yapıştırmış" cevabı anekdotunu yiyeceğimiz kesin görünüyor (fıkralarla dünya edebiyatı).
“Teorik” çerçevesini böylece çizdikten sonra yazar esas meseleye geliyor; “Genç kuşak öykücülerde genel eğilim olarak yerli yazarların yeterince okunmadığını gözlemlemek mümkün”. Şakar’ı tutmasak “kültür emperyalizminden, küreselleşmeye, kanonik yapılardan, dünyada kimi yazarlara çokça atıf yapılmasına kadar bir dizi neden” sıralayabilir. Ama o bu yazıda şu sebepleri sıralamayı daha realist buluyor; 1- “… bu noktada düşünmesi gereken orta yaşı geçmiş öykücülerdir” 2- “… özellikle butik yayınevlerinin dünya edebiyatından bir hayli genç yazarı çevirmesidir. Bu durum günümüz öykücüsünü dünyayla açık bir rekabete sokmaktadır”.
Peki, takkeyi önlerine koyacak orta yaşı geçmiş yerli öykücüler, genç öykücüleri kendilerini okumaya ikna etmek için mesela ne yapmalıdır? Yazar buna cevap vermediği için insanın aklına türlü tuhaf yöntem geliyor; mesela orta yaşı geçkin öykücülerin gençlerin ilgi duyduğunu varsaydığı temalarda öyküler yazması (Instagram’da yeterli takipçiye ulaşamayan genç bunalıma girer ve olaylar gelişir/ Zara indiriminde 45 dakika kasada bekleyen genç harcadığı vaktin aldığı monta değmediğinden şüphelenip varoluşsal bir sorgulamaya girişir ve olaylar gelişir)… Ya da orta yaşı geçkin öykücülerin genç öykücülerle kaynaşacağı çaylı panelli partiler (ve olaylar gelişir)… Çeviriler yüzünden dünyayla açık rekabete zorlanan yerli öykülerin korunması hususunda hazırda üretilmiş bir çözüm var; yabancı oyuncu oynatma kotası. Neden olmasın?
Öykücülerin yerliliği zorunluluğuna yeterince ikna olmamış okuru varsa onu da bir örnekle yere seriyor Cemal Şakar. Anadilden ve dolayısıyla kültürden kopunca, soğuyunca “… bir anneye, yaramazlık yapan evladına ‘Allah seni kahretsin’ dedirtebilirsiniz. Çünkü bizim beddualarımızın bile dua olduğunu bilmezsiniz: ‘Allah seni kahretmesin’, ‘Gözü kör olmayasıca’…”. Eğer bu sahne bu üslup gerçek bir öyküden alındıysa, o öykücü yerlileşse ne olur yerlileşmese ne olur’un ötesinde. Başucu kitabım, Halil Ersoylu’nun Türk Dilince Dualar Beddualar Sözlüğü’nü rastgele açıyorum (temel referans kitabım, evet); “bal yiyesin, zehir kusasın”. Rastgele başka bir sayfa; “inşallah çıbanın sokak kadar çıkar”. Ki Ersoylu bunun yanına parantez içinde “bir anneden çocuğuna” diye not düşmüş. Bu bedduaların dua neresinde ben çıkaramadım. Acaba Çakar’ın bahsettiği yerlilik bir başka yerellikte yaşanıyor olabilir mi? Geçelim.
Sabit Fikir kitap tanıtımlarında da aynı özgün, sıcak, samimi üslubunu konuşturuyor. Fatih Baha Aydın adlı yazarın Bihaber ilk romanını dehşetli beğenen bir başka yazar (“gerçekten ibretlik bölümlerden oluşuyor”), yazısını Anadolu insanının misafirperverliğiyle bağlıyor “Dolayısıyla ilk romanında çıtayı belli bir yere taşıyan Fatih Baha Aydın’dan ikinci romanı beklemek hakkımız”. Bunu saymayız, külliyata da bekleriz. Bir başka kitap tanıtımı, Tarık Tufan’ın Düşerken adlı romanı üzerine; “Jülide ve İshak, bu yaradaşlık serüveninde, birbirlerine merhem olup, yaralarını sarmaya çalışıyorlar. İshak ve Jülide yaralarını sararken, birlikte kaçıyorlar, birlikte ağlıyorlar, birlikte anı yaşıyorlar ve fakat ‘düşerken’ bir şeyler eksik kalıyor”. Şahsen bu tanıtımı okuduktan sonra "yaradaşlık" nedir öğrenip, Jülide ve İshak’ın yaradaşlık serüvenine katılmak için sabırsızlanıyorum.
Bir cümleden diğerine geçerken fark ettim yaradaşlığın yara’dan türetildiğini, "yara arkadaşlığıvari" bir şeye işaret ettiğini. Tam Türk işi bir kelime oyunbazlığının karşısında Türk işi gözyaşları döküyorum.