Evin yüz metre ilerisinde her zaman alışveriş yaptığım market var. Burayı seviyorum. Eskiden büyük bir marketler zincirinin parçasıydı; sonra sanırım iflas nedeniyle çoğu şubesi kapandı. Bizim mahalledeki duruyor. Koca Ankara’da belki bir tane daha kalmıştır. Sebzeler taze. Biraz pahalıca ama çekirdek ailemiz zaten ne kadar tüketiyor ki? Pazarda araya çürük çarık attıklarını düşününce, aynı maliyete geliyor hemen hemen. Balık reyonu var bir de. Çeşit bol olmasa da taze balık geliyor. Çalışanlar tanıdık. Gelip gidenler aynı yüzler. Müşterilerinin çoğu 65 yaşı üzeriydi. Şimdilerde akşam üzerleri onların evlerine gönderiliyor siparişler. Öyle ahım şahım bir kalabalık olmuyor bu yüzden. Öyle ki, çocuklar da evde olunca illa evde bir şeyler bitiyor; iki üç günde bir market alışverişi için çıkıyorum. Çıkmadan, evin marketi gören penceresinden bakmayı ihmal etmiyorum: Önünde çok araba park etmiş mi, giren çıkan çok mu, diye. Önceleri sadece herkesin elinin değdiği alışveriş arabasını çıplak elle tutmamak için eldivenle çıkıyordum. Sonradan maske takmaya da başladım.
Bir ayı geçti evdeki izolasyonum. Bir toplantı için İstanbul’a gitmiştim mart ayının başında. Hava günlük güneşlikti. Kadıköy’de olağan hafta sonu kalabalığının üzerine bir de maç trafiği eklenince yollar tıkandı; hızlı trene yetişemedim, mecbur uçakla döndüm. Henüz Türkiye’deki ilk vaka ilan edilmemişti. Sosyal mesafe diye bir şeyin varlığından pek söz edilmiyordu. Hayat, hemen herkes için olağan seyrinde akıyordu. Havaalanında maskeli yolcuları görünce epeyce şaşırmış, hatta ürkmüştüm bu yüzden. Tuhaf görünüyordu. Olağanüstü bir şeyler vardı; oysa daha o günlerde Türkiye üç tarafı kırmızıya boyanmış yemyeşil bir ada gibi görünüyordu salgın haritalarında. Son dakika bilet aldığım için uçakta, orta koltukta oturdum. Yanımda, koridor tarafındaki yolcunun yüzünde maske vardı. Onun sol tarafında, koridorun diğer tarafındaki üç yolcu da maskeliydi. Sonradan N95 tipi olduğunu öğreneceğim maskelerden takıyordu hepsi. Birlikte seyahat ediyor olmalılardı.
Daha uçak kalkmadan öbür tarafımdaki yolcu öksürmeye başladı. Çok sigara içenlerdekine benzer bir öksürüktü başlangıçta. Şimdi geçer diye düşünürken giderek şiddetleniyor, hiç kesilmiyordu. Uçak kalktığında bir de baktım ki yanımdaki maskeli yolcu yerinden kalkmış. Nereye gitti diye bakınırken koridorun öbür tarafındaki maskelilerden bir işaret geldi. Arkaya geç diyorlardı. Arkada boş yer olduğunu görünce ben de geçtim. Ama işkillenmiştim bir kere. İzolasyonum böyle başladı. Zaten arkasından her şey çok hızlı gelişti. Takip eden haftanın sonunda okullar tatil edilmişti bile.
Diyeceğim, her ne kadar salgının bütün dünyaya yayılacağını aylar öncesinden biliyor olsak da, böyle bir felaketin gündelik hayata ve insani ilişkilere dair bildiğimiz her şeyi bu kadar kısa sürede alt üst edebilmesini kabullenmek kolay değil. Bir gün önceden yarın başınıza ne geleceğini kestiremiyorsunuz. Hastalanmamak ve başkalarına bulaştırmamak için önlem almanız gerektiğini biliyorsunuz, ama bugün yeterli olduğunu düşünerek aldığınız önlemler, birkaç gün sonra yetersiz, ya da etkisiz hale geliyor. Sonuçta, bütün bu çabalarınızın sizi hastalanmaktan koruyup koruyamayacağını da bilemiyorsunuz.
Belirsizlik, kendini her zaman güvende hissetmeye ve bugünden yarını öngörmeye programlanmış zihinlerimizin işleyişi ile pek uyuşmayan bir durum. İnsanı paralize edici bir yanı var. Oysa, Türkiye en az beş-altı yıldır bir belirsizlik siyaseti ile yönetiliyor. Bugünden yarına ne olacağını bilememe hali; bu köşede daha önce de değindiğim ve baskıcı rejimlerin tipik özelliklerinden biri olarak işaretlediğim “her an her şey olabilir” duygusuyla. İktidar, şimdiye kadar bu sürprizlerle dolu olma halini özellikle muhalefeti kontrol altında tutmak amacıyla kullandı. Ancak bugün gelinen noktada, bunun bütüncül olarak iktidarın her türlü durumda uygulamayı yeğlediği ya da başka türlüsünü yapamadığı için mecbur kaldığı bir davranış modeli olduğu anlaşılıyor.
İktidarın salgınla mücadele için izlediği yol, belirsizliği sürekli olarak her an her şeyin olabileceği duygusuyla paralize ettiği kitlelerden gelecek itiraz ya da muhalefetin önüne geçmek için bir araç olarak da kullandığını gösteriyor: Salgının yarattığı krizin sonuçlarıyla baş etmek için aldığını ileri sürdüğü önlemler, ne kadar yoksul kitleler yerine belli bir sermaye grubunu, iktidardan nemalanan çevreleri güvenceye almaya yönelikse, halk sağlığı açısından aldığı önlemler de o denli plansız, son dakika alınmış kararlar görünümü veriyor.
Bunun bir tesadüf ya da krizi yöneten kurum ve kişiler arasındaki iletişim kopukluğundan kaynaklanan bir durum olmadığını düşünüyorum. Aksine, iktidarın bizlerin kırılgan yaşamları üzerinde söz söyleme, onu çekip çevirme ve şaşırtma gücünü göstermek için oldukça iyi bir fırsat: 12 Mart Perşembe günü akşam saatlerinde, tüm okulların pazartesinden itibaren tatil olacağı açıklanıyor. Çalışan ailelerin okula giden küçük çocuklarının bakımı için birilerini ayarlamak ya da bir bakıcı tutmak için önlerinde bir iş günü ve bir hafta sonu var sadece. 15 Mart’ta gece kulüpleri ve barların yarından itibaren kapatılacağı ilan ediliyor. 16 Mart’ta açıklanan ek genelgeye o gece yarısından itibaren tüm sinema, tiyatro, kafeterya, kahvehane gibi alanların kapatılacağı ekleniyor. 21 Mart’ta saat 16.00 civarı açıklanan kararla saat 18.00’den itibaren tüm kuaför, berber ve güzellik salonlarının kapatılacağı açıklanıyor. Aynı gece, 65 yaş üzerindeki vatandaşların sokağa çıkmalarının yasaklandığı açıklanıyor. Sonu belli olmayan bir süre boyunca evden çıkamayacak olan vatandaşların öncesinde hiçbir hazırlık yapmalarına imkân tanımaksızın, yine ansızın. 27 Mart’ta bir son dakika kararıyla şehirler arası otobüs seferlerinin izne bağlanacağı açıklanıyor. 3 Nisan’da yine önceden haber vermeksizin bir gece ansızın 30 büyük şehir ve Zonguldak’ta şehre giriş çıkışların yasaklandığı açıklanıyor. Pazar yerleri, marketler ve toplu taşıma araçlarında maske takma zorunluluğu getiriliyor. Hemen ardından Eczanelerde maske satışı yasaklanıyor. Devletin önce ücretli, sonra ücretsiz olarak maske dağıtacağı açıklanıyor. 4 Nisan gecesi, 20 yaş altına sokağa çıkma yasağı geliyor.
Bütün bu önlemler, sanki masa başında oturan birileri, aklına yeni bir şey daha gelmiş de “hay Allah, şunu unutmuşuz, bunu da ekleyelim” demiş gibi peyderpey açıklanıyor. Oysa herkes, alınacak önlemlere dair her kararın tek bir merciinin onayına bağlı olduğunu, içine kolonya, maske ve bir mektup yerleştirilerek evlerin oturma odalarına giren naylon poşetlerin sahibi o anda neye ikna edilmişse onun açıklandığını biliyor.
Ve nihayet, biliyorsunuz, daha önce üretim ve tedarik zincirinde herhangi bir sıkıntı olmadığı, vatandaşın erzak depolamasına gerek olmadığı açıklanmışken, yeni bir sürprizle, 10 Nisan gecesi saat 10.00 civarında, o gece yarısından itibaren 2 gün boyunca 31 ilde sokağa çıkma yasağı uygulanacağı ilan ediliyor. Stokçuluk yapmamaları salık verilen ve muhtemelen market alışverişini hafta sonuna bırakan insanların evdeki eksikliklerini gidermeleri için önlerinde yalnızca iki saat varken. İçişleri Bakanı, iş işten geçtikten sonra, yine son dakikada açıklanan bu kararın sonucunda yüzbinlerce kişinin sokağa döküleceğini öngöremediğini itiraf ediyor. Gece geç saatte alınan bu karardan Sağlık Bakanı’nın da haberdar olmadığı, Bilim Kurulu’nun istifanın eşiğine geldiği iddia ediliyor. Sanki herkes biraz şaşırmış, yandaş basın bile nasıl savunacağını bilemediği bu uygulama karşısında marketlerin önünde izdiham yaratan insanları, neredeyse “bidon kafalılar, makarnacılar” diyerek suçlamaktan başka bir yol bulamıyor. Oysa iktidar her zaman yaptığını yapıyor. Salgınla mücadele ederken de yıllardır uyguladığı “bir gece ansızın gelebiliriz” siyasetini uyguluyor.
Evde yağ bitmiş. Geceyarısı yeni bir sokağa çıkma yasağı getirilmezse, yarın evin karşısındaki markete gidip yağ alacağım. Belki.