Nazi rejiminin ilk yıllarında norm devletinin, tabiri caizse ‘kuyruğu dik tutan’ kararlar verdiğini, zaman zaman alt mahkemelerin ‘Führer’den çok Führerci’ tutumuna direnebildiklerini görüyoruz. Mahkemeler önlem devletinin norm devletine giderek daha fazla sızma çabasına karşı çıkıyor başlangıçta. Ancak burada önemli olan, ‘Almanya bir kanun devletidir’ izlenimi yaratan kararların hangi konularda alınabildiği.
KHK’li akademisyen Haluk Savaş’ın anısına…
Ernst Fraenkel’in “İkili Devlet- Diktatörlük Teorisine Bir Katkı” adlı klasikleşmiş eseri üzerine ‘ikinci’ yazı… Son yazı önümüzdeki hafta.
Bu yazıya, faşizm üzerine yazılmış bilinen bir başka eserden alıntıyla başlamak istiyorum. Yine İletişim’in “Faşizm İncelemeleri” serisinde yayınlanan, Roger Griffin’in “Faşizmin Doğası” (2014, çeviren Ali Selman) adlı kitabının ilk makalesine yazar, Robinson’dan alıntıladığı şu cümleyle başlıyor: “Araştırılmasına çok fazla zaman ve enerji harcanmış olmasına rağmen… faşizm, 20'nci yüzyılın araştırmacıları için inatla muamma olmayı sürdürmüştür.”
Bunun çok önemli bir nedeni, apayrı görüşlerin ve ideolojilerin kavramı/olguyu incelemesinin yarattığı karmaşa Griffin’e göre. Konu hakkındaki sayısız çalışma, farklı ülkelerde özgül nitelikleriyle beliren faşizm kavramının ortak/mutlak tanımına varamamış olsa da; pek çok açıdan en etkileyici faşizm deneyimi olan nasyonal sosyalizmin göz göre göre gelen, yerleşen ve kökten dönüştüren bir rejim olduğunu tespit etmek mümkün olur sanırım.
Nitekim “Faşistler” kitabının yazarı Michael Mann şöyle diyor: “Almanya faşist olmak adına en büyük güç ve en gelişmiş ülkeydi. Naziler, paramiliterlerin en büyüğü ve oyların en fazlasıyla, dünyanın en büyük faşist hareketiydi. Bu, en büyük suçu işleyen, en ‘radikal’ faşizmdi. Bu yüzden Nazilerin kim olduğunu, neye inandıklarını ve iktidarı nasıl ele geçirdiklerini açıklamak bilhassa önemlidir.” (2015, İletişim, çeviren Ulaş Bayraktar.)
İktidarı nasıl ele geçirdiklerini açıklamak kadar, o iktidarın toplumun ve devletin kılcal damarlarına nasıl nüfuz edebildiğini anlamak da yaşamsal. Nazi deneyimi üzerine düşünmenin bugün hâlâ değerini kaybetmemiş olması, kullandıkları yol ve araçların, kitleler üzerindeki pratiklerin ve aslında çok sığ/basit görünen ideolojilerinin güncelliğini pek kaybetmemiş olmasıyla da ilgili.
Nazi rejiminin iktidar olduğu uzun yıllarda dönüm noktası denilebilecek bazı keskin anlar var. Örneğin Haziran 1934’te, SA’ya ve liderleri Röhm’e yönelik düzenlenen ve bir gecede çok sayıda ‘gözden çıkarılmış’ Nazi’nin öldürülmesiyle sonuçlanan “Uzun Bıçaklar Gecesi,” ya da Kasım 1938’de “Kristal Gece” adıyla bilinen, Yahudi’lerin mekânlarına yönelik utanç ve dehşet verici saldırılar gibi. Fakat artık simge haline gelmiş söz konusu şiddet anları bir yana, rejimin yerleşmesi aşamalı, kısa da olsa zamana yayılıyor. Nazi hukuku ise yeni rejimin en güçlü alametlerinden. Bugün dahi o hukukun bir hukuk, Nazi devletinin ise bir devlet kabul edilip edilmeyeceği konusu tartışılıyor.
Her baskıcı rejim ya da Nazi ülkesinde olduğu gibi ‘olağanüstü hal,’ olağan dönem kavramlarının yeniden gündeme gelmesine ve yeni durumun niteliklerine göre ele alınmasına, uygun terminoloji arayışına neden oluyor. Geçen hafta başladığım, Ernst Fraenkel’in İkili Devlet’in de yaptığı bu. Frankel, yalnızca yeni durumu açıklamaya yönelik kavramlar önermekle kalmıyor, Nazi uygulamalarının devlet organlarının klasik işleyişine nasıl etki ettiğini, ikili devlet ‘hukukunun’ hukuk kuramları bağlamında nasıl ele alınabileceğini ve sonunda ikili devletin yeni rejimin özellikle ekonomik temelleriyle nasıl ilişkilendirilebileceğini de irdeliyor.
Fraenkel’in Nazi yasa yapıcılığı ve uygulamalarına bakarak, devlet eylemlerini ‘norm devleti’ ve ‘önlem devleti olarak iki başlık altında incelemeyi denediğini ilk yazıda anlatmaya çalışmıştım. Norm ve önlem devletleri; çoğu zaman iç içe geçmiş görünen yazılı hukuk ile o hukuk üzerinde genellikle tek söz sahibi olan siyasi karar alıcılar arasındaki gerilime işaret ediyor. Norm devleti, asgari öngörülebilirlik ve toplumsal düzen için gereklidir. Önlem devleti ise kendisini norm ile sınırlamaz ve ‘siyasi karar’ uyarınca işler. Siyasi kararın uygulanması, devletin ‘bekası’ için elzem ve tahmin edilebileceği gibi devletle özdeşleşmiş Führer’in sözü.
İkisi arasındaki, özellikle rejimin ilk yıllarında görülen/hissedilen gerilimin bir çatışmaya dönüşmemesi ise, ‘norm’ devletinin ancak ‘önlem’ devletinin müdahale etmediği alan ve anlarda sahne almasıyla mümkün oluyor. Norm tarafından sınırlamayı kabul etmeyen önlem devletinin asgari ‘normallik’ gereksinimine yanıt veren de, müdahale edilmeyen bu anların ve konuların varlığı. Yoksa ortada önlem devletinin kudretine halel getiren bir durum yok! Fraenkel’in sözcükleriyle altı bir kez daha açıkça çizilmeli: “Tüm hukuk düzeni siyasi mercilerin tasarrufuna tabidir. Bununla beraber, siyasi merciler iktidar salâhiyetlerini kullanmadıkları oranda, özel ve kamusal hayat geleneksel ve yeni oluşturulan hukukun normlarına göre bir düzene kavuşur.”
Yazar, Nazi rejiminde hukuksal öngörülebilirlik söz konusuymuş izlenimini veren yargı kararlarını konularına göre tasnif ediyor. Farklı alanlarda verilmiş birbirinden ‘manidar’ kararlar. 1933-34 gibi başlayan bir süreç bu ve dört beş yıl boyunca verilen yargı kararları rejimin palazlanmasında büyük pay sahibi oluyor.
Geçen haftaki yazıda, Fraenkel’i asıl ‘bilen’ akademisyenin sevgili Serdar Tekin olduğunu söyleyerek yazısından bir alıntı yapmıştım. Bu hafta bir kez daha aynı yazıya başvuruyorum ve Tekin’in ‘rejimi sağlamlaştıran’ mahkeme kararları ile ilgili satırlarını aktarıyorum:
“Üçüncü Reich mahkemelerinin yaygın olarak itibar ettiği ‘dolaylı komünizm’ doktrinini anabiliriz mesela. İkili devletin ‘anayasası’ olan 28 Şubat 1933 tarihli olağanüstü hal kararnamesi ‘devlet için tehdit oluşturan komünist şiddet edimleri’ne karşı ilan edilmiş olduğu halde, çeşitli Hıristiyan cemaatler (örneğin Yehova Şahitleri, Katolikler ve partiyle geçimsiz bazı Protestan kiliseler) de tedbir devleti uygulamalarından nasiplerini ziyadesiyle almıştır. Konu yargıya taşınır. Bu Hıristiyan gruplar, haliyle, ‘komünist’ olmadıklarını söylemektedirler. Böylece mahkemeler polise tanınan olağanüstü yetkilerin hangi durumlarda ve kime karşı kullanılabileceği, yani dinî cemaatlerin ‘komünist tehdit’ kapsamında görülüp görülemeyeceği sorunuyla ilgilenmek zorunda kalırlar. Vardıkları sonuç komünizmin komünistlerden ibaret olmadığı, kamu düzeni ve güvenliği açısından şu veya bu şekilde tehdit oluşturabileceği ‘değerlendirilen’ her türlü etkinlik ve organizasyonun ‘dolaylı olarak’ ve ‘geniş anlamda’ komünist bir nitelik taşıdığıdır. Böylece tedbir devletinin yetki sahasının münhasıran kendi takdirinde olduğu mahkemeler tarafından… tespit ve tasdik edilmiş olur.”
Peki, ‘komünizmin komünistlerden ibaret olmadığı…” ifadeleri size başka bir ülkeyi hatırlattı mı? “Terör örgütüne üye olmamakla birlikte…”
Nazi rejiminin ilk yıllarında norm devletinin, tabiri caizse ‘kuyruğu dik tutan’ kararlar verdiğini, zaman zaman alt mahkemelerin ‘Führer’den çok Führerci’ tutumuna direnebildiklerini görüyoruz. Mahkemeler önlem devletinin norm devletine giderek daha fazla sızma çabasına karşı çıkıyor başlangıçta. Ancak burada önemli olan, ‘Almanya bir kanun devletidir’ izlenimi yaratan kararların hangi konularda alınabildiği. Nazi devletinin temel öncelikleri ve kapitalizmle güçlü bağı hakkında hayli fikir veriyor örnek kararlar.
Öyle bir bağ ki bu, doğrusu Türkiye’deki “sermaye akışı ve güçlü ekonomi için demokrasi şart” ezberi üzerine bir kez daha düşünmemizi de sağlayabilir belki. İstikrar önemli tabii ancak siyasal istikrar için mutlaka demokrasi gerekliliği, muhtelif tarihsel örneklerle pek bağdaşmıyor. Dört başı mamur bir faşizm de, aranan istikrarı sağlayabilir pekâlâ. Türkiye’de OHAL döneminde alınan ve doğrudan ekonomiyi ilgilendiren bazı örneklerin büyük sermayeyi nasıl memnun ettiğini hatırlamamak mümkün mü? Ya da 12 Eylül faşizminin sağladığı istikrarı alkışlayan TÜSİAD’ı. Her neyse, konumuz Nazi rejimi, sözü ‘Alman devletini kişiliğinde temsil eden’ Führer’e bırakmalı:
İlk Reichstag konuşmasında şöyle diyor Führer: “Hükümet Alman milletinin iktisadi çıkarlarının müdafaasını ilke olarak, devletçe organize edilen bir iktisadi bürokrasinin dolambacından geçmek yerine, özel mülkiyeti tanıyarak özel girişimin en kuvvetli teşviki yoluyla gerçekleştirecektir.”
Nitekim nasyonal sosyalist hukuk özel girişimcileri ‘milletin yapıcı kuvvetleri’ arasında sayıyor. Hal böyleyken ekonomik meseleler ‘norm devletinin’ alanındadır! Önemli idare hukukçusu Hermann Reuss, 1936 yazında verilen bir idari yargı kararına dair şu yorumu yapıyor:
“Nizami bir polis makamı bir siyasi hedef gözetme küstahlığında bulunarak polisiye araçlarla iktisat politikası yürütmeye kalkar ve alacağı iktisat politikası önlemlerini devlet polisiyle ilgili bir mesele olarak takdim ederse, bu devlet polisiyle ilgili maddi hukuk konularının yanlış anlaşılması demek olur… Gestapo’nun görevi iktisat politikası alanı değil, devlet düşmanı çabaları araştırıp onlarla mücadele etmektir, yani asli ve dar anlamıyla devlet siyasetidir.”
Fraenkel, kapitalizmin savunulması söz konusu olduğunda, sistemin işleyişi için gerekli olan ‘hukukun’ mahkemelerce başarıyla ayakta tutulduğunu tespit etmiş. Tabii en önemli istisnası, ticaret yapan Yahudiler! Yazara göre, Yahudilerle ilgili her konunun düzenlenmesi ‘önlem’ devletinin yetki alanına giriyor. Yahudilerin hiçbir şüpheye mahal vermeyecek biçimde önlem devletine tabi tutulmaları, “Yahudilerin iktisadi hayattan tamamen kazınmaları” ile mümkün olabilmiştir! Tabii bu, giderek vahimleşen bir süreç, bir günde olmadı. Başlangıçta Yahudiler henüz iyi kötü ticaret yapabiliyorken, haklarındaki davalarda mahkemenin “temel bir ilke olan ortak yarar, özel yarardan önce gelir” sloganına sarılıp ‘normu,’ bir çırpıda parti programına feda etmiş olması hakikaten etkileyici bir durum.
Yinelemek gerekirse, devletin âli menfaatleri söz konusu olmadığında, ticaret özgürlüğü, ahde vefa, özel mülkiyet, rekabet ve iş hukuku gibi konularda, mahkemeler hemen her zaman ‘normu’ uygulamaya özen gösteriyor. Söz konusu kapitalizm olduğunda ‘parti programına uygunluk’ ölçütü de kılıfına uydurulabiliyor!
Yahudiler hariç!
Yazının başlığı…
‘Medeni ölüm’ kavramı 1936-37’de verilen bazı mahkeme kararlarında geçiyor. Yüksek Mahkeme, Haziran 1936’da Alman Yahudilerinin hukuki anlamda ‘kişi vasfını’ taşımadığına karar verip onları ‘medeni ölüme’ mahkûm etmiştir. Şubat 1937’de ise Yüksek Mahkeme, Yahudi kökenli olmanın bir ‘sözleşme fesih’ nedeni olduğu yönünde karar veriyor:
“Kişiliğin hukuki muhtevasına dair eski (liberal) anlayış, kanın aynı veya farklı olması arasında bir ayrım yapmıyordu… Nasyonal sosyalist dünya görüşüne göre ise Alman Reich’ında yalnızca Alman asıllılar… hukuken tam itibar görebilirler… Haklardan tamamen mahrumiyet derecesi, eskiden, hukuki kişiliğin tamamen yok olması bakımından bedensel ölümle kaim idi: ‘medeni ölüm’ ve ‘manastır ölümü’ denen teşekküller adlarını bu benzetmeden almışlardır… yasal olarak kabul edilmiş ırk politikası nokta-i nazarından meydana gelen bir değişikliği de kişilik hakları bakımından aynı şekilde dikkate almak gerektiğine dair tereddüde mahal yoktur.”
Okuduğunuz kararların üzerinden seksen küsur yıl geçti ve birkaç yıl önce başka bir ülkede, birileri, Nazi haysiyetsizliğinin en mide bulandırıcı icatlarından olan ‘medeni/sivil ölüm’ kavramını önerdi ve kullandı…
Seyretmek isterseniz: Sinan Dirlik ve Ayşe Çavdar'ın muhafazakâr dünya üzerine 'uzun' sohbetini buraya bırakıyorum.