Yaratılmış düşmanlar olmadan varlığını sürdüremeyecek, milli gücü perçinlemek için savaşa gereksinim duyan, herhangi bir ihtilafı bölücülük olarak gören nasyonal sosyalizm, varlığını sürdürebilmek için ikili devlete gereksinim duydu. Fraenkel'e göre, Alman kapitalizminin varlığını sürdürmek için başka bir şansı yoktu.
Ernst Fraenkel’in “İkili Devlet” kitabı hakkında üçüncü ve son
yazı…
Faşizmin, liberalizm ya da Marksizm gibi bir teorik çatısı yok.
Demokrasinin mucidi olan burjuvazinin bunalıma girdiği dönemlerde
başvurduğu çeşitli yöntemlerin, kullandığı/sömürdüğü duyguların,
referans verdiği ve büyük ölçüde eklektik biçimde bir araya
getirdiği düşüncelerin toplamı. Faşist rejimlerin tarihleri ve
coğrafyaları arasında farklar olduğu gibi, faşizmin yaşandığı her
yerde bazı ortak nitelikler de söz konusu.
Toplumsal ve ekonomik (kapitalizmin) bunalımların üzerinde
yükseldi faşizm. O bunalımların müsebbibi olduğuna inandıkları kişi
ve grupları hedef aldı. Küçük burjuvazinin ‘işçileşme’ korkusundan
yararlandılar. Başta ‘din’ olmak üzere, feodal kalıntı ve kurumları
kullandılar. Örneğin Mussolini’nin 1929’da Papalık ile yaptığı ve
sonrasında İtalya Anayasası’na da (1948) giren Laterano Sözleşmesi
gibi. Papa XI Pius), Mussolini için “Tanrı’nın gönderdiği adam”
ifadesini kullanıyordu. Köylülerin ve ‘kısmen,’ henüz köylülükten
kurtulamamış işçilerin, korkuları kaşınan orta sınıfın açık ya da
zımni desteğini kazandılar. Düşünceden çok eyleme önem verdiler ve
kitleleri eylemle cezbettiler (ve ürküttüler!). Komünistlere,
liberal demokrasiye, eşitlik düşüncesine kökten karşı çıktılar.
Bolca ‘mit’e başvurup insanları geçmişin görkemli (!) hikâyeleriyle
büyülediler. Bazılarının üstün yaratılmış olduğunu anlattılar.
Önderlik ‘doğal eşitsizliğin’ bir sonucuydu.
İkili Devlet Diktatörlük Teorisine
Bir Katkı, Ernst Fraenkel, İletişim Yayınları, Çev. Tanıl Bora, 320
syf, 2020
Önceki siyasal sistemlerin, özellikle parlamentarizmin, o
yılların koşullarına özgü başarısızlığını kullandılar. Buna
mukabil, örneğin 1920’ler ve 1930’larda Fransa’da yürürlükte olan
III. Cumhuriyet’in parlamenter sistemi de sürekli hükümet
değişikliğine/istikrarsızlığa neden olmasına karşın faşist hareket
aynı ölçüde başarılı olamadı. İtalya ve Almanya’nın ‘özgül’
niteliklerine sahip olmadığı için. Dolayısıyla tek bir gerekçeyle
açıklamanın mümkün olmadığı, özel toplumsal ve siyasal niteliklerin
bir araya gelişiyle filizlenmiş; Almanya’da, İtalya’da, İspanya’da,
Japonya ve Latin Amerika’da farklı dinamikler üzerinde yükselmiş
bir baş belası faşizm.
Hal böyleyken, ne tek bir örnek üzerine okumak ne de bir
düşünürden hareket etmek konunun layıkıyla kavranmasını sağlıyor.
Örneğin, faşizmin tekelci kapitalizmin diktatörlüğü olduğu görüşü
yaygın olmakla birlikte, Poulantzas gibi farklı tezleri
birleştiren, tekelci sermayenin memnuniyeti yanında orta sınıflarla
kurulan haberli ya da habersiz ittifakların da hesaba katılması
gerektiğine dikkat çeken önemli isimler var. Faşistlerin
etkilendiği düşünürler… Dante’nin ‘evrensel krallık’ düşüncesinden
tutun da, Hegel, Fitche ve Von Treitschke’ye, Gobineau’dan
Duhring’e, Schopenhauer’in Devrim’in akılcılığına karşı savunduğu
tezlere, Nietzsche’ye, Barrés, Maurras, Sorel’e, Fütürist’lere,
Pareto ve Mosca’ya vb. uzanan yolda çok sayıda düşünürden
esinlendiler.
Diyeceğim, büyük bir külliyatla karşı karşıyayız ve ben konunun
çaylağı olarak iki haftadır Fraenkel’in ‘klasikleşmiş’ çalışmasını
anlatmaya çalışıyorum! Yukarıdaki gevezeliğimin nedeni ise İkili
Devlet’in içeriği. Fraenkel eserinde yalnızca yaşadığı yıllardan
hareketle geliştirdiği devlet tezini betimlemiyor; o vahim yönetim
şeklinin öncülü olan düşüncelere de atıf yapıyor ve hatta kitabının
son kısımlarında, düşünürler ve rejimin hukukçuları arasında
gezinerek nasyonal sosyalizmin çerçevesini belirlemeye, o gün dile
getirenlerin dâhil olduğu hattı ortaya koymaya çalışıyor. Söz
konusu sayfaları okura bırakarak, burada yine kısaca ‘ikili devlet’
yapısı hakkındaki gözlemlerine değinmek istiyorum.
Fraenkel’in üzerinde durduğu konulardan biri nasyonal
sosyalizmin ‘doğal hukukla’ mücadelesi. Tahmin edilebileceği gibi,
devlet dışında bir güç ve kaynak kabul etmeyen bir ideolojinin
rasyonel doğal hukuk geleneğine taraftar olması mümkün değil.
Yazar, yeni rejimi “Basbayağı doğal hukuk düşmanı” olarak
tanımlıyor. Doğal hukuk ilkeleri Alman geleneğinde pek muteber
değil zaten. Fraenkel o yıllarda hızla gelişen Yehova Şahitleri’ne
özel bir yer ayırıyor, çünkü her türlü dünyevi otoriteyi reddeden
Yehova Şahitleri mutlak doğal hukukun ilkelerine göre yaşayan bir
cemaat. Yazara göre:
“Almanya’da nasyonal sosyalizmi bu inatçı mezhep kadar
kararlılıkla reddeden bir illegal grup yoktur. Onların hızlı
gelişmesi, Üçünü Reich’ın bütün doğal hukuk ilkelerini alaya
almasına verilmiş bir tepkidir.”
Nazilerin, yine beklenebileceği gibi ‘manevi gelişmeleri
belirleyen’ bir inanç sistemine (örneğin Katoliklik gibi) tahammülü
olamazdı. Bu yüzden hem hukukçuları (Schmitt gibi) hem de
propaganda sorumluları (Goebbels gibi), Katolikliğin yapısını
parçalamaya çalıştı. Nazi iktidarının, devletin ‘lütfu’ dışında ve
devlet çıkarına aykırı bir hukuku kabullenmesi beklenemezdi:
“… Çekincelere bağlı Hristiyanlık’ta nasyonal sosyalizm için
asıl önemli olan çekincelerdir, Hristiyanlık değil.”
Naziler için din ve etik, onların siyasi işlevselliği bakımından
ele alınır. Hitler 1937 Nürnberg parti kongresinde diyor ki:
“Millet’te kalıcı olanı ve oluşun kendisini gördüğümüzden, ona
yegâne amaç olarak bakıyoruz… Dinlerin de, ancak insanlığın yaşayan
cevherinin bekasına hizmet ettikleri oranda bir anlamı
olabilir.”
Rejim için aslolan her durumda ‘milli çıkarlar’dır. Haliyle her
şeyi kapsayan bir ‘adalet’ fikri söz konusu değil. Nazilerin hukuka
bakışını ‘rasyonel doğal hukuku’ reddetmeleri bağlamında
açıkladıktan sonra, sözü bir başka doğal hukuk anlayışına,
‘cemaatçi doğal hukuka’ getiriyor ve bunu doğal hukukun zaman
içindeki değişimiyle ilişkilendiriyor: Doğal hukuk her dönemde o
dönemin doğa bilimsel düşüncesiyle bağlantılıdır ve klasik fiziğin
yerini ‘evrimsel biyoloji’ aldığında doğal hukukun da değişmesi
beklenir. Zaten nasyonal sosyalizm ırk düşüncesine dayandığından
biyolojinin baskın niteliğini kabullenir. Fraenkel: “Rasyonel ve
toplumsal doğal hukuk dışında, biyolojiye dayanan, irrasyonel ve
cemaatsel bir doğal hukuk vardır…”
‘Cemaatçi’ doğal hukuk, hukuku cemaatin yalnızca bir ifade
biçimi olarak görür, aklın yerine güdüleri koyar, geçerliliği
mekân, zaman ve kişilerle sınırlıdır, eşitlikçi değildir ve
cemaatçi doğal hukukun gözünde devlet: “…bütün milli cemaat
mensuplarının oluşturduğu birincil birliğin ikincil bir ifade
biçimidir… Devlet, biyolojik olarak tasavvur edilen milli cemaatten
türetilen organik bir tezahürdür.”
Yazar sözü Hitler’e (Kavgam) bırakıyor: “Devlet amaca giden
yolda bir araçtır. Amacı, fiziki ve ruhi bakımdan türdeş olan
mahlûkların oluşturduğu cemaati korumak ve ilerletmektir… Bu amaca
hizmet etmeyen devletler hatalı oluşumlardır… Onların
mevcudiyetlerinin bir vakıa olması, bu gerçeği ancak, sözgelimi bir
korsan topluluğunun başarısı haydutluğu ne kadar
meşrulaştırabiliyorsa o kadar değiştirir.”
Nasyonal sosyalist devlet ‘irrasyonel doğal hukuk düşüncesine’
bağlı kurulmuştu. Ancak aynı ırktan insanların iradesiyle ilahi
hukuk tecelli edebilir. Cemaat dışında bir hukuk yoktur. Hal
böyleyken ‘hukuk,’ milletin hayati zorunluluklarının toplamıdır.
Cemaat dışında geçerli olan tek şey ‘siyasetin’ hükümleridir. O
hükümleri kimin, kimlerin hangi yollarla belirlediği sır değil
kuşkusuz!
Cemaat doğal hukuk öğretisinin bir diğer işlevi, var olan
iktisat ve toplum düzenini meşrulaştırması. Yazarın ifadesiyle
cemaat ‘yarı Tanrı’ mertebesine çıkarılınca, yüceltilmek istenen
her kurum cemaat olarak tanımlanabilir. Aile. Eğer aile cemaat ise
atölye ve fabrikalar cemaat sayılmaz mı? Fraenkel: “…cemaat
öğretisi tüm nasyonal sosyalist hukuk sisteminin çapasıdır. Cemaat
öğretisi, norm devleti-önlem devleti ikiliğini kuşatır.” ‘Cemaat
doğal hukuku’ ile ‘norm devleti’ arasındaki bağlantıyı ise Carl
Schmitt’e başvurarak açıklıyor yazar.
İşçiler ise cemaatin dışında! Bütün meslek grupları cemaat
oluşturmaya ehil kabul edilmiştir, işçiler hariç. Çünkü işçiler her
ne kadar 1933’ten önce tutuldukları “Marksizm vebası ve
Yahudilikten” temizlenmiş olsalar da, yalnızca “Bütün Emekçi
Almanlar Cephesi” ile yetinmeliydiler. Çünkü her şeye rağmen ‘sınıf
mücadelesini sürdürmek istemeleri’ tehlikesi mevcuttu ve bu nedenle
bir cemaat olarak görülemezlerdi!
Nasyonal sosyalizmin tüm referansları, değerleri, idealleri,
hukuku, bilimi, ‘özgül’ nitelik taşır. Tümü başlangıçta belirlenen
hedefleri gerçekleştirmeye yönelik ele alınır. Örneğin ‘bilimin
görevi’ hukuki ve toplumsal konuların tahlili değildir kesinlikle.
Yazarın, Hans Frank’ın bir tebliğinden yaptığı alıntı (bu satırlara
diktatörlüğün bilim anlayışı da diyebiliriz gönül rahatlığıyla!)
yeteri kadar açık:
“Nasyonal sosyalizmin kendi etkinliğinin sadece hedef değil
bizzat içeriği de olmalıdır, yani, zihni araştırmaya hizmet eden
teorik çalışmanın içeriği asla boş soyutlama ve kendi başına
kişinin kendi idraklerinin olabildiğince teorik bir seriminden
duyulan sevinç olamaz, aksine, daima milletimizin özsel
değerlerinin nasyonal sosyalist anlamda geliştirilmesi olmalıdır…
Hedef, kitap olmamalıdır… bilgiden, anlamaktan alınan zevk de
olmamalıdır: ‘Burada kendi içimde ve eserimde yepyeni bir gözleme…
vardım’ değil, yalnızca şu olmalıdır düşünce: ‘Bilimsel idrakimle
nasyonal sosyalizmin geliştirilmesine hizmet ediyor muyum?”
Fraenkel çalışmasının devamında ikili devletin hukuki tarihini
özetleyerek, ekonomik temellerine geçiyor ve eserini, ikili
devletin sosyolojisi ile tamamlıyor. Bu sayede, önlem devleti ve
norm devletinin işleyişini, norm devletinin önlem devletinin gücünü
pekiştirmesi için gördüğü işlevi hemen her açıdan ele almış
oluyor.
Yeteri kadar uzattım, bir iki kritik noktaya daha değinerek
bitirmek istiyorum yazıyı…
Tahmin edilebileceği gibi nasyonal sosyalistlerin de ‘ılımlı
muhalifleri’ vardı. Doğrusu en ceberut yönetimlerde dahi bir
‘hikmet’ arayanlara ne isim vereceğimi bilemediğimden ‘ılımlı
muhalif’ demeyi tercih ediyorum. Hani şu “İyi de canım iyi bir şey
yaptıklarında da takdir etmesini bilmeli” diyen muhalif tipi.
Tanıdık geldi mi? Yazar bu kesimi ‘devlet düşmanı sempatizanlar’
olarak adlandırmış: “Onlar gerçi keyfilik rejimini katlanılmaz
buluyor, yine de Üçüncü Reich’ın propaganda ettiği hatta güya
gerçekleştirdiği cemaat fikrini ‘büyük bir şey olarak’ takdir
ediyorlar.”
Yazarın şu tespitleri ise günümüze çok şey söylüyor: “Hukuk
devletinin yerini ikili devletin alması sadece bir belirtidir
(semptom). Belanın kökenleri, tam da nasyonal sosyalizmin eleştirel
olmayan karşıtlarının, ona karşı hayran olmak için iyi sebepler
bulduklarına inandıkları yerdedir, yani, romantik cemaat düşüncesi
ile militan kapitalizmin simbiyoza girdiği yerde. Vakıa, bugünkü
Alman kapitalizminin bekası için, otoriter ikili devlet olmazsa
olmazdır.”
Fraenkel sonrasında nasyonal sosyalistlerin Alman kapitalizmini
koruma çabasını, buna mukabil, özel mülkiyeti korumakla (Yahudiler
hariç) birlikte devlet müdahalesinin giderek yayılmasını, tekelci
birleşmelerin artışını, sermayenin kendisine avantajlar sağlayan
‘partiye’ borcunu ve sadakat yükümlüğünü anlatırken; ‘norm
devletinin’ özel mülkiyetin hukuki çerçevesi olarak işlediğini
özelikle belirtiyor. Malum, ekonomi alanında asgari
öngörülebilirlik (yani istikrar) gerekli ve bunu faşizm de pekâlâ
sağlayabiliyor!
Bir yerde bitirmek gerekiyor muhterem okur!
Yaratılmış düşmanlar olmadan varlığını sürdüremeyecek, milli
gücü perçinlemek için savaşa gereksinim duyan, herhangi bir
ihtilafı bölücülük olarak gören nasyonal sosyalizm, varlığını
sürdürebilmek için ikili devlete gereksinim duydu. Yazara göre,
Alman kapitalizminin varlığını sürdürmek için başka bir şansı
yoktu. Hukuk ve hukuk dışılığın yan yana oluşu, rasyonel olana
irrasyonel olanın eşlik etmesi, önlem devletinin müdahaleye gerek
duymadığı alan ve konularda norm devletinin varlığını
sürdürebilmesi, nihayetinde son sözün ve gerçek gücün aslında her
zaman önlem devletinde oluşu… Devletin içi içe geçmiş iki
niteliği.
Hadi son cümle şu olsun, eminim siz de benim kadar gülecek ya da
belki, hiç gülmeyeceksiniz!
Amerikalı bir gazeteci, 1932 yılında önde gelen nasyonal
sosyalistlere, ‘parti’ iktidarı ele geçirirse ne yapacaklarını
sormuş. Şöyle yanıtlamışlar: Sıkı sıkı tutacağız!
Film önerisi: Ola ki henüz seyretmeyen genç okurlara, Bernardo
Bertolucci’nin başyapıtı “1900”ü öneriyorum. Çok uzun bir filmdir ama
seyretmemek olmaz!