Bugün Nazım, neredeyse siyasetlerüstü bir kabul görüyor Türkiye’de. Müziğe belki eskisi kadar ilham vermiyor, Nazım şarkıları çıkmıyor sık sık ama şiirleri en çok okunan şair olmayı sürdürüyor. Nazım’ı okumak, Nazım üstüne okumak ve düşünmek Türk edebiyatı tarihi ve Türkiye’nin siyasi-entelektüel geçmişi üstüne de bir okuma yapma fırsatı veriyor.
Nazım Hikmet Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük fenomeni. 1920’lerde ilk şiirlerini yayımlamış, 30’larda 40’larda tanınmış, 60’larda kültleşmiş ve 1963 yılında genç yaşta hayata veda etmiş bir şair. Şiiriyle kendisinden önceki kimseye benzemeyen, enerjisi, ritmi, yaratıcılığıyla edebi hasımlarını bile kendine hayran bırakan Nazım Hikmet daha en başta çok etkili bir şair, gözünü budaktan esirgemeyen bir aydın olarak kendine birçok hayran edindi. Komünist bir şair olmaktan asla vazgeçmedi ve önemlice bir kısmını hapiste geçirdiği, buna rağmen içine aşkları sürgünlükleri sığdırdığı hayatıyla da edebi bir efsaneye dönüştü. Evet, en çok sol çevrelerin gözdesiydi. Solculuğun değil belki ama sosyalizmin ve komünizmin o eski çekiciliğini kaybettiği son birkaç on yıl boyunca Nazım Hikmet ilginç bir şekilde popülerliğini kaybetmedi. Bunu hem şiirinin gücüne hem de ilgi çekici kişiliğine ve yaşamına bağlamak mümkün. Hâlâ şiirleri okunuyor ve hâlâ üstüne yeni kitaplar yazılıyor, sergiler açılıyor.
Geçtiğimiz günlerde Literatür Yayınları, Nazım Hikmet üstüne üç kitap yayımladı. Bunlardan ikisi Atilla Birkiye imzalı: ‘Bulutlar Piraye Piraye diye Geçiyor’ ve Şair İstanbul'daydı adlı kitaplar. Belli ki Atilla Birkiye pandemi dönemini verimli geçirmiş ve çok sevdiği Nazım Hikmet’e odaklanmış. Kitaplardan birinde Nazım Hikmet’in 1945 yılında Bursa Cezaevi’nde karısı Piraye için yazdığı ‘Saat 21-22’ şiirlerini ele alıyor. Bir şiir çözümleme, deneme kitabı bu. Her ne kadar Birkiye bir ‘inceleme-eleştiri’ kitabı değil dese de noktasından virgülüne, yazıldığı döneme ve en önemlisi Piraye’nin kendisine odaklanarak zaman zaman kendi kişisel hikayesini de katarak bütün bir şiir kitabına değiniyor; Nazım Hikmet kitapları külliyatına katkıda bulunuyor. Birkiye’nin sevdiği, pek çok kitabında kullandığı kişisel üslubuyla deneme-anlatı-inceleme arasında gidip gelen bir kitap.
Diğer kitabı Şair İstanbul'daydı ise Nazım’ın hayatına dair az bilinen bir olayla ilgili. Şair, 1927 yılında Moskova’dan İstanbul’a gizemli yolculuk yapar. Nazım Hikmet, o yıl geniş çaplı TKP tutuklamalarının ardından dağılan hücreleri toparlamak için görevli olarak İlyiç vapuruyla İstanbul’a geliyor. Zaten 15 yıl kürek cezasına mahkûm bir kaçak olduğu için büyük bir gizlilik içinde yaptığı bu yolculukta, ortalığın çok karışık olduğu İstanbul’a çıkıp çıkmadığı bile belli değil. Kısa süre sonra geri döndüğü yolculuğu, Hasan Ali Ediz’e yazdığı mektuplardan biliyoruz. Şairin sonraki yıllarda da hiç sözünü etmediği bu yolculuk hakkında eldeki tek kaynak olan mektuplara bakarak Birkiye bir kurgu oluşturmuş. Bir tür novella ya da kitabın üstünde yazdığı şekliyle ‘anlatı’. Gemideki Nazım’ı, geride bıraktığı Ukraynalı karısını, ona ve İstanbul’a duyduğu hasreti, görevini yapmak ama yakalanmamak için kapıldığı gerilimi anlatıyor. Şair, Sekreter (Hasan Ali Ediz), Kadın (Nazım’ın birkaç yıl sonra bir salgında ölen karısı Yelena Yulçenko) ve biraz da yazarı temsil eden kurgu karakter Gazeteci kitabın dört bölümünü oluşturuyor. Anlıyoruz ki Birkiye, Nazım Hikmet’in TKP’li kimliğinin geri plana atılması nedeniyle bu detayların fazla üstüne gidilmediğini, hatta bazı biyografilerde hiç yer almadığını düşünüyor. Tabii Nazım’ın 25 yaşında daha sonra Troçki’yi de İstanbul’a getirecek bir vapurla İstanbul’a gelip hemen geri dönmesi gibi gizemli ve romantik bir hikâyenin çekiciliği de muhakkak ki bu kitabı yazmasında etkili olmuş.
Kültleşmiş tüm edebi ya da siyasi figürler gibi Nazım’la ilgili farklı yaklaşımlar pek çok. Kimi şiirini, kimi politik kimliğini kimi ise kişiliğini öne çıkartıyor. Bunların hepsini ve toplumsal koşulları bir sanatçının ortaya çıkmasında etken kabul ederek yazılmış çok önemli bir kitap da Birkiye’nin çalışmalarıyla aynı zamanda yine Literatür Yayınları’ndan çıktı. Göksel Aymaz’ın ‘Bir Ulu Irmak – Nazım Hikmet ve Manzaralar’ adlı incelemesinden söz ediyorum. Aslında ilk baskısı 2010’da ‘Nazım Hikmet ve Memleket’ adıyla Yasak Meyve Yayınları’nda çıkmış, 2013’te Nazım Hikmet Araştırma Ödülü almış bir kitabın yeni basımı bu. Ben o zaman okumamıştım, bu yeni baskıyı ise hayranlıkla okudum. Daha çok kültür sosyolojisi üstüne çalışmalarıyla tanınan bir entelektüel Doç. Dr. Göksel Aymaz. Bu kitabında Nazım Hikmet’in ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nı inceliyor. Ama aslında Schiller’den, Michelet, Marcus ve Adorno’ya sanat ve sanatçı üstüne kafa yormuş bütün düşünürlere, en çok da Bourdieu’ya uğrayarak Nazım Hikmet hakkında önemli yaklaşımlar geliştiriyor. Nazım üstüne anılar dahil neredeyse her şeyin taranarak yazıldığı belli olan bu incelemenin bütün Nazım Hikmet kitapları külliyatı içinde önemli bir yerde durduğunu düşünüyorum. Anadolu insanına hayattan ve umuttan yana bir sanatçı olarak sahip çıkan Nazım Hikmet, tüm yaşamını buna göre belirleyen, duruşundan değil toplumsal bağıntılarından taviz veren ama yaratıcılığı ve yenilikçiliği ile çağ dönüşümlerinden etkilenmeyen onları bizzat başlatan bir şair olarak anlatılıyor bu kitapta.
Gençlik yıllarında yazdığı ilk şiirleriyle daha sonra 'putları yıkıyoruz' kampanyası sırasında hasım olacağı Osmanlı’nın büyük edebiyatçılarının bile övgüsünü kazanan, her daim parlak biri Nazım Hikmet. Çünkü ortaya koyduğu şiir bir kopuş, ama ritmiyle, enerjisiyle, yeni ve gür sesiyle Yahya Kemal’den, Abdülhak Hamid’e kadar herkesi etkiliyor.
Nazım Hikmet’in bu edebi gücü Göksel Aymaz’a göre sadece ‘deha’yla açıklanamaz. Aymaz ‘deha bir sosyal faktördür’ diye yazıyor: “Nazım Hikmet’in şairliğinin ve edebi üretiminin üzerinde en belirleyici olan en büyük unsur, şüphesiz komünistliğidir. Hiç çekinmeden, her fırsatta ilan ve ifşa ettiği, elinde adeta bir bayrak gibi taşıdığı bu kimlik, onun sanatçı yönü üstündeki yargıları yönlendirmiş bir unsurdur aynı zamanda. Fakat (…) burada önemli olan onun ‘neye inandığı’ değil, inandığı şeyin onu ‘ne yaptığı’dır.” Bu süreçte Nazım Hikmet’in kişiliği de devreye giriyor. Toplumun sanatçı için özgün bir alan bırakmadığı bir ortamda o kendi alanını açıyor. Her zaman özerk ve özgür bir kişilik olarak ne aile bağlarından gelen seçkinliğini (sembolik sermayesini) ne partiyle edindiği siyasi bağlantılarını ne de sosyalist blokun ona açtığı alana uyumlanıyor. Her zaman eleştirel, uyumsuz ve kavgacı olmaktan çekinmiyor. Tüm bu kavgalar ve tercihler de onun şiirini ve sanatçı kimliğini belirleyen unsurlara dönüşüyor. Nazım Hikmet, Göksel Aymaz’a göre bir ‘özgür akıl’ olarak varlığını sürdürüyor.
Döneminin sanatsal alanına hızlı bir giriş yapan, Bourdieu’nun ‘illusio’suna (oyunda kaybedilip kazanılacakların değeri konusunda sözsüz bir kabule dayalı özgül çıkar biçimi) genç yaşta dahil olan Nazım Hikmet, Resimli Ay’daki yazılarıyla Bab-ı Ali’de yeni bir yıldıza dönüşür, genç edebiyatçılar arasında Oktay Akbal’ın anlatımıyla ‘bir çeşit kahraman’ olur. Bunun farkındadır ama kendisini bir edebiyat amelesi olarak tanımlar ve böyle yaşar. Seçkinlere karşı ‘ahlaksal bir öfke’ içinde, memlekete, Anadolu’ya yönelik bir empatiyle şair ve edebiyatçı kimliğini oluşturur. Nitekim kimilerinin ‘başyapıtı’ saydığı Memleketimden İnsan Manzaraları’nı, bu tutumun bir ürünü olarak 1939’da yazmaya başlar. Ne yazık ki Nazım’ın ‘bir tür insanlık komedyası’ olarak tasarladığı ve çok emek verdiği kitabı ancak 1960’larda Türkiye’de yayımlanabilecek, uzun zaman şiirlerinin okunması bile yasaklanacak ama bu bile onu unutturamayacak hatta belki de ona yönelik merakı daha da kamçılayacaktı.
Bugün Nazım, neredeyse siyasetlerüstü bir kabul görüyor Türkiye’de. Müziğe belki eskisi kadar ilham vermiyor, Nazım şarkıları çıkmıyor sık sık ama şiirleri en çok okunan şair olmayı sürdürüyor. Nazım’ı okumak, Nazım üstüne okumak ve düşünmek Türk edebiyatı tarihi ve Türkiye’nin siyasi-entelektüel geçmişi üstüne de bir okuma yapma fırsatı veriyor.
Bu yazıyı, Sibel Oral’ın ‘İşitiyor musun Memet’ adlı ilgi gören kitabını da anarak bitireyim. Bu kitap da çok yakında çıktı ve Nazım Hikmet’e dair hiç açılmamış yepyeni bir sayfa açıyor…