1
İki köpeği yönlendirmeyi öğrenmiş bir dangalak, bir eşek yavrusunu o iki köpeğe parçalatıyor. Marifetini videoya çekip paylaşıyor.
2
İki kadın, bir televizyon ekranında tatlı tatlı konuşuyor. Güler yüzle, nefes nefese, birbirinin sözüne söz katarak. Kendilerinden memnun, kendilerinden razı, iyi bir iş yaptıklarından emin. Ne konuşuyorlar peki? Biri, ailesinin kaç kişiyi öldürebileceğini anlatıyor: "Ayaklarını denk alsınlar." Öbürü ballandırıyor: "Dört ayaklarını." Çaresiz yavru hayvanı köpeğine parçalatan dangalağın yaptıklarını kaydedip yayınlamasında gördüğü yarara benzeyen bir yarar görüyorlar sözlerinde. Reji de memnun ki yayın sular seller gibi akıyor. Köpekli adamla ekranlı kadınların buluştuğu yerlerden biri "hayvan", buluştukları diğer şey de şiddet. Şiddet uygulamak sorun değil, hayvana yönelince hiç sorun değil, eminler. İlkinde gerçekten bir hayvan var, ikincisinde "hayvan" olarak görülen insanlar.
3
Bir grup sinirli erkek, kamera karşısında saklanma gizlenme ihtiyacı duymadan esip gürlüyor. Öfke dolular. Birazdan yapacakları şeyi ilan ediyorlar. Defnedilecek cenazeyi (Ölüm orucunda can veren Grup Yorum müzisyenlerinden İbrahim Gökçek) mezardan çıkarıp yakacaklarını ilan ediyorlar. İnsan ölünce gömülür. Dost da olsa düşman da olsa. Bunlar, hayır diyor, bunu gömemezsiniz. Yakarız. Ölüyü insan olarak görmüyorlar. Eşeği parçalatanın, ekranlarda aile başı kaç kişiyi öldüreceklerini gülerek konuşan kadınların burcundanlar besbelli. Şiddette buluşuyorlar. Şiddetlerinden eminler. Şiddetlerinin onay alacağından eminler.
4
Birkaç üniformalı, birini çevirmiş. İtişip kakışıyorlar, bağırışıyorlar. Ne oluyor? Kimlik sorgusuna hayır cevabını vermiş biri. İtiş kakış sürerken belindeki silahı çekip ayağından vuruyor, üniformalılardan biri.
5
Yedi sekiz yaşında çocuklar oynuyor. Bir yetişkin, belindeki silahı çekmiş havaya ateş ediyor. Kaçan kaçıyor, kaçamayan çocuğu tutup götürüyor. Silah elinde. O da rahat. Kamera filan umurunda değil.
ORTAK NOKTA: ŞİDDETİN KOLAY KULLANIMI
Hedeftekiler kim? Birincide hayvan. İkincide görüşlerini beğenmediği insanlar. Üçüncüde kendilerine zıt görüşte bir insanın cenazesi. Dördüncüde kimlik sorgusuna karşı çıkan bir yurttaş. Beşincide çocuklar. İlk üçlüdekiler "sivil", son ikili "resmi." Beşini buluşturan şey, şiddetin kolay kullanımı.
Neye şahit oluyoruz? Sadece kötü kalpli, karanlık ruhlu, ne dediğini bilmeyen, sinirine hakim olamayan, mesleki yeterliliği bulunmayan şahısların ettiği işlere mi? Böyle olsa kolay, belli sayıda mücrim, beceriksiz, ehil olmayan kişi her yerde bulunur. Fakat bu işlerin böyle "göstere göstere" yapılması, durumun bu kadar kolay geçiştirilemeyeceğini göstermiyor mu?
BİR DEVLET KURUMU: CEZASIZLIK!
İlk üçlünün en bariz yanı, her şeyi göz göre göre yapmaları ya da yapmaya ne kadar gönüllü olduklarını ilan etmeleri. Ceza ne, kınama bile ummuyorlar, hatta onay, alkış bekliyorlar. Milyonlarca kalp onlardan yana atacak, eminler.
Ne var ki bunlar yetmez, bir şeyden daha emin olmaları gerekir: Şiddet kullanımını tekeline almış olan ve kendi şiddet kullanımını da kurallara bağlamış resmi otoritelerin, yani devletin, kendilerine dokunmayacağından da emin olmalılar. Aksi halde insan kendisinden kaynaklı şiddetten nasıl bu kadar razı ve emin olabilir?
Tıpkı dördüncü ve beşincideki resmi görevlilerin emin oluşu gibi. Onlar şiddet kullanma tekelinin icracıları olarak, şiddeti kuralsız kullanmanın kendilerine zarar vermeyeceğinden emin, sebebini de biliyoruz: Cezasızlık. Kurumsallaşmış, kültürleşmiş bir devlet geleneği, yerli ve milli adalet anlayışının bel kemiği.
ŞİDDET TEKELİNDEN ŞİDDET TEŞVİKİNE
Çıplak ve kuralsız şiddetin baskın ilişki, iletişim ve çözüm yolu olarak algılandığı ortam. Şiddet çıplak ve kuralsız haliyle onay görüp baskın hale geldiğinde, artık gücü gücünü yetene girişir. Bu haliyle söz sadece bir ortamı tasvir etmez, bir yönetsel tutumu, bir tür ilkeyi de işaret eder.
Devlet denilen şeyin varlığının alameti olarak şiddet tekeli, bir yanıyla şiddetin sadece devlet elinde meşru bir güç olarak kullanılmasını güvenceye alır, bir yanıyla da bu kendi meşruiyetinin güvencesi olarak kuralları olduğunu gösterir. Devlet, kendisinden sadır olan şiddetin kendi koyduğu kurallara bile uyması gerekmediğini her ortaya koyduğunda, kuralsız ve çıplak şiddetin ilişki, iletişim ve çözüm yolu olarak işe yaradığını gören, bilen, düşünen ya da akıl edenleri teşvik etmiş olur. Şiddetin kuralsızlaşması ve onay görmesi, güçlüden zayıfa doğru yönelen şiddet akımlarına yol açar.
Kırk elli kişiyi öldürürüz diyen, onları dört ayaklı ilan eden iki kadın, politik hükümranlığın şedit dilinin tekrarından başka bir şey yapmıyor esasen.
Mezardan cenazeyi çıkarıp yakacaklarını ilan edenler, mezar bombalayan devlete aşklarını böyle ilan ederken, daha önce mezardan cenaze çıkaranların devletin yetkilileriyle selfie çektirdiğinin bilincindedir muhakkak.
Otorite kuramadığı, zaptedemediği kişinin ayağına mafya usulü kurşun sıkan bekçi, yedi sekiz yaşındaki çocukların olduğu ortamda belindeki silahı gururla çıkarıp ateş eden polis, ne yaptığını bilmeyen ve işinin ehli olmayan cahiller değil, şiddetin çıplak ve kuralsız kullanımını kural haline getirmiş yönetim anlayışının sadık bir memurudur.
TOPTAN ŞİDDET SİPARİŞİ: İSTANBUL SÖZLEŞMESİ
Bu sahnelere çok benzeyen bir sahne daha var, hem de bu sahneleri açıklayan öğeleri içinde taşıyor: İktidarın İstanbul Sözleşmesi’ne kafayı takması. İktidar partisinin "demokrasi ihtiyacı" varken onayladığı sözleşme, şimdi aynı iktidar partisinin açık hedefi haline gelmiş durumda. Sözleşme, kadına yönelik kurumsallaşmış şiddetin, yani din, gelenek, örf veya milli kültür kisveleri altında yerleşik hale gelmiş şiddetin engellenmesini devlete görev olarak yüklüyor. Şimdi kaldırılmak istenmesi, yukarıda sıraladıklarımıza benzeyen sayısız şiddet vakasının, güçlüden zayıfa kuralsız biçimde akan şiddetin hiç de tesadüfi ya da arızi olmadığını ama tam da seçilen yönetsel tarzın doğal sonucu olduğunu anlatıyor bize. Çünkü sözleşmenin kalkması, toptan şiddet siparişinden başka anlama gelemez.
Ahali tepki gösterince o köpekli dangalağın tutuklanmasıyla, çocuklara silah çeken polisin açığa alınmasıyla, o mezardan cenaze çıkarmak isteyen ülkücülerin bağlı olduğu il teşkilatını kapatmakla hiçbir şey kapanmış olmaz. Çünkü onlar bizzat o teşkilatı kapatanların seçtiği dil, yönetim tarzı, hukuk anlayışı, siyasal ilişki biçiminin doğal ürünü. Dil yanlış, hedef yanlış, yol yanlış, yöntem yanlış, tarz yanlış olunca, sonuç nasıl doğru olsun ki?
Peki niye bütün bunlar? Hannah Arendt cevaplıyor: "… tamamen hükmetmeye giden yoldaki ilk temel adım insandaki hukuk kişisini öldürmektir."