1.
Şu hayatta İngilizcesine hayran olduğum iki kişi var. Portekizli teknik direktör Jose Mourinho ile Meksika kökenli Amerikalı oyuncu Salma Hayek. İkisinin de anadili İngilizce değil, etraflı bir İngilizce eğitimi almış değiller, kelime hazineleri geniş değil ama ikisi de sonradan öğrendikleri bu yabancı dili, son derece koyu bir aksana sahip olsalar da gürül gürül konuşuyorlar. İkisi de derdini son derece net anlatıyor. İlaveten Salma Hayek son derece komik şakalar yapıyor; Mourinho ise ikide bir futbol tarihine geçecek özlü sözler patlatıyor.
Tek bir sihirleri var. Özgüven. Ama bir şeyi çok iyi bilmekten gelen bir özgüven değil bu. Hata yapmaktan çekinmemenin özgüveni. Kafa göz yararak konuşuyorlar. Aksanlarını saklamadan, orijinal telaffuz için uğraşmadan konuşuyorlar. Belki doğru gramer kullanımı ve hatasız aksan çabasıyla zihinlerini meşgul etmediklerinden; sadece anlamaya ve anlatmaya odaklarından rahatça ve sakınımsız konuşuyorlar. Neticede konuşuyorlar. Kendileri gibi konuşmakla kalmıyorlar; bana göre, konuştukları bu yabancı dile farklı ve umulmadık bir derinlik de getiriyorlar. Çünkü bir kopyalama sürecinden geçmek yerine, dile kendi benliklerini katıyorlar.
İngilizce öğretmeni olsaydım, öğrencilerime bu ikisinin videolarını izletirdim. “Bakın” derdim. “Önemli olan esasen konuşmak, derdini anlatmak ve kendini dinletmek. Emin olun, kimsenin aksanınızla bir işi yok; kimse sizden yabancı bir dili anadili gibi konuşmanızı beklemiyor. Kimse sizin konuşurken yaptığınız bir iki hatayı önemsemiyor. İş ki, içinde hatalar da olsa anlamlı bir cümle kurun. Dilini konuştuğunuz ya da ortak bir dilde konuştuğunuz insanlar, sizin evvela anlamlı bir şey söylemenizi bekliyor. Zaten bir yabancı dili konuşurken siz de karşınızdakinden bunu bekliyorsunuz. Onu anlamayı bekliyorsunuz. Sonra cevap verip sohbeti ilerletmek istiyorsunuz; hepsi bu…”
2.
Bunları derdim demesine ama bizde dil öğrenme mantığının bu olmadığını da biliyorum. Yabancı dil öğrenirken kusursuz gramere, doğru sözcük seçimlerine, telaffuza fazla odaklıyız. Anlamlı konuşmak ve bir konuşma temposu üretmek ise önceliklerimiz arasında değil. Daha ilginci, bir yabancı dili Türkçeyi konuştuğumuz gibi konuşmayı planlamıyoruz. Sanki sadece dil değil, bu dilde konuşma ediminin kendisi de yabancı bize. Gündelik hayatta kullandığımız kelimelerin, fiillerin, kiplerin yabancı dildeki karşılıklarını değil, ideal ve suni bir dünyadaki karşılıklarını arıyoruz. Yapay bir tempo arıyoruz. Üstelik buluyoruz da... Yabancı bir dil konuşurken biz olmak istemiyoruz. Bir başkası olmak istiyoruz. O başkası olamadığımız gibi kendimiz de kalamıyoruz. Arafta bir yerlerde, üzerimizde eğreti duran bir kimlikle konuşup duruyoruz.
Çoğunlukla da duruyoruz zaten. Hata yapmaktan korktuğumuz için duruyoruz. Sanki anadilimizde konuşurken bin türlü gramer hatası yapmıyormuşuz gibi… Hayatım yaptığım röportajları çözerek geçtiğinden, size herkesin, sokaktaki insandan akademideki profesöre herkesin, bu arada bendenizin de, sadece gündelik hayatta değil ulusal yayına konu olan röportajlarda bile bin türlü basit hatayla konuştuğunun garantisini verebilirim. Emin olun, böyle. Bin tane “ııııı”, “yani, “hani”, “şey”; daha da fazla yanlış fiil çekimi; başı sonu birbirini tutmayan cümleler... Biz böyle konuşuyoruz. Ya da dilerseniz, on-on beş yıldır üzerimize salınan, farklı farklı iddianameleri dolduran telefon konuşmaları tapelerini okuyun. Bu konuşmalar neticede iki insanın kendi aralarında, dinlendiklerinden habersiz rahat rahat konuşmalarından ibaret. O tapelere bir bakın bakalım, arka arkaya hatasız iki cümle buluyor musunuz? Dahası, bir bakın bakalım, o konuşmaların önemli bölümünü anlayabiliyor musunuz?
Yabancı dil konusuna çok takılıyoruz biz. Hiç bitmez bir onaylanma ihtiyacı mı, orta sınıfın çözülmesine paralel düşen özgüven mi; hata yapmaktan hep korkuyoruz. Türkiye’de veya dışarıda, hep böyle.
Sadece bize özgü bir durum değil; birçok toplumda yabancı dil eğitimi ve görgüsü bu mantıkla işliyor. Hata yapmadan konuşmak, aksansız konuşmak büyük bir mesele. “İşin ilginci, bildiğim bir iki yabancı dil üzerinden gözlemleyebildiğim kadarıyla, bunu çok az insan beceriyor. Devede kulak sayılacak kadar az… Ama hatasızlık ve aksansızlık saplantısı her yerde devam ediyor. Böyle böyle diller bağlanıyor.
3.
Hata korkusu, suskunluğu getiriyor. Daha da kötüsü yapaylığı getiriyor. Çoğu kişi bir yabancı dil kitabının içindeymiş gibi konuşuyor. İnsanların birbirleriyle hep normal şartlar altında karşılaştığı, cümlelerin basit de olsa bir robottan çıkıyormuşçasına ruhsuz tınladığı, hep bir şeylerin fiyatının ve en yakın kütüphaneye giden yolun merak edildiği; bu akşam bu hafta sonu bu kış bu yaz için sonu gelmez planların yapıldığı o donuk gramer kitabı iklimindeymiş gibi... Bunlar şüphesiz öğrenilmesi gereken konular. Gramerin kendisi de içinde bambaşka lezzetler ve insanı zenginleştiren meydan okumalar barındırıyor. İlla çalışacaksın, çalışmadan hiçbir şey gelişmiyor. Ama bu çabanın sonu suskunluk ve kişiliksizlik mi olmalı?
Indiana Üniversite’sinde bilişsel bilim ve karşılaştırmalı edebiyat üzerine dersler veren Douglas Hofstadter, Atlantic Magazine için geçen yaz kaleme aldığı ve yapay zekâ çağında dil öğrenmeye değip değmeyeceğini sorguladığı makalede (fena halde değdiğini söylüyor) şu satırlara yer vermiş: “Kanımca, dil kullanmak insan olmanın özüdür. Konuştuğumda, sadece olayların iletişimini kurmuş olmam, bir yandan var olurum da. Kelime seçimlerimle, zekice tonlamalarımla, anlık duraksamalarımla, şakacı laf ebeliklerimle ve aptalca hatalarımla (ve bunlar gibi her şeyle), kim olduğumu da ortaya koymuş olurum. Ben bir karakter değilim; ben bir insanım.”
Türkçeye de epey eseri çevrilmiş ve bizde özellikle kült kitabı “Gödel Escher Bach - Bir Edebi Gökçe Belik” ile tanınan Hofstadter, sözünü ettiğim makalesinde kişinin ne olursa olsun yabancı dil öğrenmesini salık veriyor. Bunun tek sebebi, yabancı insanlarla, kültürlerle iletişim kurma ihtiyacı değil; insanın, zihnini zenginleştirmekten, derinleştirmekten, işlek kılmaktan ve nihayetinde korumaktan da sorumlu olması. Bizler dil öğrenen varlıklarız, dille gelişen varlıklarız; Google Translate ve yapay zekâ çağında kolaya sapıp bildiğimiz dille yetinmek bir başka suskunluğu getiriyor. Sığlığı getiriyor.
Sığlığa karşı koymak için bir yöntem var. Hatalı da olsa konuşmak, mükemmeli aramadan konuşmak, utanmadan konuşmak. Dil öğrenmenin mantığı budur; konuştukça konuşmayı öğrenirsiniz. Dinledikçe dinlemeyi, okudukça okumayı, yazdıkça yazmayı öğrendiğiniz gibi… Hedefiniz konuşmak olmayabilir de, sadece okumak için de yabancı dil öğrenilebilir; ben bazı diller için öyle yapıyorum. Bunun için de neredeyse sadece okuyarak çalışıyorum.
Ama esas meseleniz konuşmaksa, bana kalırsa, utancı rafa kaldırmalı. Daha çok kelime öğrenmiş olmak, grameri hatmetmiş olmak, şüphesiz, iyi konuşmaya yardım ediyordur ama esas yardımcı konuşmanın kendisidir. Konuşmadıkça gramer bilgisi işe yaramaz. O büyük eşik başka türlü atlanmaz.
4.
Eşiği atlayanlara bakalım.
Salma Hayek, 1991’de Los Angeles’a geldiğinde 25 yaşındaydı. Meksika’da genç bir oyuncu olarak kariyer yapmıştı ama Hollywood denemelerine başladığında iki üç cümlenin ötesinde İngilizcesi yoktu; üstüne disleksikti. Zeki ve pratik olduğundan yabancı dilde hızlı ilerledi ama karşısına aksan meselesi çıktı. “Meksika’da kimse aksanın var mı diye bakmaz; İngilizce konuşuyorsundur ya da konuşmuyorsundur; aksan kimsenin umrunda değildir” diyen Hayek, aksanın Hollywood’da bazı kapıları kapatabileceğini yaşayarak anladı. İleride Oprah Winfrey’e de anlatacağı üzere, yapımcılar ‘onlara evlerindeki hizmetçilerin İngilizcesini hatırlatan’ bir oyuncuya büyük roller önermek istemiyorlardı. Ama eninde sonunda önermek zorunda kaldılar. Hem oyunculukta hem dilde yetenekli Hayek bildiği gibi konuştu, kariyerine koyu aksanıyla devam etti. Bu aksan onun benliğinin de oyunculuğunun da bir parçası oldu. Dil kullanımı, onun sinemada gerçek kişiler inşa etmesine yardım etti. Şüphesiz, bu yolda ayrımcılığı aşabilmiş çok az kişiden de biriydi. (Ayrımcılık ve aksan konusu uzun bir tartışma; ona da belki bir başka yazıda gireriz ama ben, ayrımcılık uygulayanların, kişiyi aksandan elemese başka yerden illa eleyeceğini düşünüyorum; aksanı düzeltmek de yetmeyebilir.)
Mourinho ise İngiliz dilinin beşiğinde, Britanya’da, “Mourinho’yla İngilizce” videolarına dahi konu olan dil becerisiyle bambaşka vakalara imza attı. Hep rahat konuştu, kendini hep epey sivri bir dille ifade etti. Nihayet geçen sene, Oxford Sözlüğü, onun kullandığı bir tabiri [katı defans yapmak anlamında ‘kalenin önüne otobüs çekmek’] İngiliz dilinin yeni ifadeleri arasına kattı. Kendi meşrebince İngilizce konuşmakla kalmadı; İngilizce’ye katkı da sağladı Mourinho.
Hofstadter’in de dediği gibi, dil, insan olmanın özüdür. Hatalar da öyle. Bir dili konuşurken sadece cümleler kurmuş olmayız; ister istemez kendimizi de konuşuruz. O konuşmaya eğrisiyle doğrusuyla kendimizi ne kadar katarsak, öze de o kadar yaklaşırız.
Ne kadar yaklaşırsak o kadar iyi. İster anadilimizde ister yabancı dilde…
PS. Haziran ayında, “Dil öğrenirken aslında ne öğreniriz?” başlığı ile yine burada yazmıştım. Bu yazı, işte o makalenin de doğal devamı. Ya da bir anlamda öncesi.