Levent Gültekin Medyascope’ta yaptığı programda, “Tımarhanede deprem hazırlığı” başlıklı konuşmasında aşağı yukarı böyle bir cümle kurdu. “Ekrem Bey, alooo” diye seslenmemiş olabilir ama İmamoğlu’na “Terbiyeyi kim kaybetti de sen buldun” gibisinden sorular sordu. Kızgın görünüyordu ve hiç de haksız değildi.
Terbiyeyle ilişkili sitemin arkasında bir toplantı meselesi var biliyorsunuz. İstanbul'da meydana gelen depremin ardından Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay başkanlığında düzenlenen AFAD toplantısına Ekrem İmamoğlu'nun çağrılıp çağrılmadığı bir muammaya dönüştü. Nihayet İmamoğlu’nun bu konudaki ilk toplantıya davet edilmiş olduğu halde, Habertürk’te depremle ilişkili hazırlıksızlığımızı anlatan bir konuşma yaptığı için Beştepe güzergahından çakmakta olan şimşekleri üzerine çektiği ve ikinci toplantıya çağrılmadığı anlaşıldı.
Görüyorsunuz işte, bu kadar önemli bu kadar öncelikli bir konuda hazırlıksızlığı dile getirmek bir çalışma başlatmaya değil, 16 milyonluk şehrin belediye başkanını çok önemli bir toplantıdan dışlamaya yarıyor. 'Allah yardımcımız olsun' diyeceğim ama bunca uyarıdan aklımızı başımıza toplamamız için verdiği uzun sürelerden sonra, “İstanbul’u terk ediyorum gözlerim kapalı” deyip bizden yüz çevirse yeridir...
Olanlara bir bakın... Devlet gibi kocaman bir şehirde deprem 20 yıldır adım adım gelmiş ve kapıya dayanmış. “Bakın geliyorum alın tedbirlerinizi” demiş. Resmen ağlamış kapımızda. İstanbul onu karşılamak için gerekenleri yapsın diye oyalanmış durmuş adeta depremcağız.
Peki devletimiz ne yapmış? Ne yapmış gerçekten? Hiçbir şey. Hiç ama hiçbir hazırlık yapmamış. Pardon yanlış olmasın, İstanbul’u yirmi yılı aşkın bir zamandır yöneten bir siyasi iktidar, yıkıcı bir depremi takiben can güvenliği için sığınılması elzem toplanma alanlarını almış birer birer imara açmış tabii. Bunu yapmış hiç değilse, haksızlık etmeyelim... Bizlere mezarlıkları bırakmış, oralarda toplaşmamızın kaçınılmaz olduğunu anlamış galiba. Mezarlıklar kolay kolay imara açılamıyor neyse ki...
Maruz kaldığımız akıl dışı işlerin haddi hesabı yok... Biliyorsunuz bu alanların imara açıldığını ve afet toplanma alanlarına AVM’ler dikildiğini yazıp söylediği için Çiğdem Toker hakkında suç duyurusunda bulunulmuş ve Toker milyonlarca liralık manevi tazminat davalarıyla karşı karşıya kalmıştı. Yıllar yılı iletişim ve haber alma özgürlüklerimize de musallat olmuş bunca ceberutluğu sineye çekmiş bir topluma Allah ne yapsın?
İşte Levent Gültekin de programında haklı olarak 1 milyon euroluk bir gözlem istasyonunu bile kurmayan bir devlete veryansın ediyor. Veryansın... Benzersiz bir kelime. Çevirin bakalım İngilizce’ye Biritişler “veryansın” edebiliyor mu? Edemezler. Öyle bir dilsel zenginlik yok dillerinde. I have got, you have got, she has got... Öyle bir have/has değişiklikleriylen zenginlik olmuyor? Geri kalan hep got got got... Kürtçe’de de bir “got” hatırlıyorum. Köyden gelen akrabalar rahmetli babamla konuşurken, “Min got”, “te got” diye bir şey tutturup giderlerdi. Biz çocuklar o “min got,” “te got”u alıp –muhtemelen anlamadığımız bu dil bize çok hızlı geldiğinden- dıgıdık, dıgıdık, dıgıdık...” diye yansılardık. Sevgili İrfan Aktan’ın şahane yazısında sözünü ettiği gibi burnumuzun dibindeki köyümüzden gelenleri Türkçe konuşmuyor diye dilleri yok sanırdık... Neyse ne... Konuyu dağıtmayalım. İstanbul’a dönelim. İstanbul’a Allah muhafaza kayyım neyim atanırsa konuyu Diyarbakır’dan ve Kürtçe’den geçirerek yazarız. Şimdilik, Dodan’ın da dediği gibi olanların Kürtçe ile hiçbir ilgisi yok...
Gültekin’in sözleriyle dört adet makam aracına 80 milyon TL sayan bir devlet, 16 milyon insanı korumak için bir gözlem istasyonu kurmaktan aciz...
İşte üç dört gün boyunca medyanın da gazı vermesiyle İmamoğlu depremle ilgili toplantıya çağrıldı mı çağrılmadı mı diye hop oturup hop kalktık. İmamoğlu 'davet edildiniz mi' diye soranlara imalı imalı “Devletim çağırdı mı giderim” filan demekle yetiniyordu. Anlayabilene aşkolsun. Nihayet açık açık konuştuğunda da çağrılmadığını ama bunu da topluma söylemekten 'hicap duyduğunu' ifade eden şeyler söyledi. “Konu ile ilgili sessizliğim devlet terbiyem ve sürece olan saygımdan dolayıdır” dedi. Levent Gültekin de buna deliriyor. Karşında devlet mi var da devlet terbiyesi takınıyorsun? Ne devleti, hangi devlet diye soruyor. “Parti devleti bu, parti devleti!” diyor ki yerden göğe de haklı görünüyor.
Birinde ben de benzer bir laf etmiştim de bu kadar altını çizememiştim. Karşında vali olacak ki sen de valiye vali gibi konuşacaksın. Vali valiliğini bilecek ki sen de onun partinin değil, “Devletin valisi” olduğunu bileceksin demiştim.
Kısacası anlaşılıyor ki İmamoğlu’nun devlet terbiyesi hepimizi az ya da çok geriyor. “Ya Allah” deyip, hazır hepimiz ona açık çek de vermişken bizim yerimize de bir dalsın istiyoruz. Fakat gerçekten öyle mi yapmalı?
Yeri gelmişken, bizim bu devlet kavrayışımızda esaslı bir sorun olduğunu da söyleyeyim. Devleti yurttaşları ve kurumları korumak, kollamak ve sürekliliğini sağlamak, başka kişilerle, kurumlarla ve ülkelerle her tür münasebeti de yine belirli bir düzene ve ilkelere kavuşturmakla mükellef bir organizasyon, bir teşkilat olarak görmedikçe de bu sorun alır başını gider. Siz bakmayın devlet teorilerinin işi arap saçına dönüştürmesine filan, devletin esası budur. Devleti böyle her birimizin katkı ve katılımıyla oluşan bir teşkilat olarak görebilirsek ona tapınmayı da bırakabiliriz. Evet devlet hesap sorabileceğimiz ve hesap verebilirlik noktasından hiç uzaklaşmaması gereken bir teşkilattır. Oturan Budha heykeli değil. Dolayısıyla olası bir depreme yönelik hiçbir hazırlığının olmadığı kabak gibi ortaya çıkıyorsa yapılacak şey bu teşkilatlanmaya hesap sormaktır.
Her fırsatta, “Devletin ekmeğini yiyorsun” diye höykürenlere de yukarıdaki paragrafı dikkatle okumalarını öneriyorum. Devlet kimseye ekmek vermiyor. İşi olan dişini tırnağına takarak çalışıyor ve ekmeğini (ancak) kazanabiliyor. Günde sekiz on saat dur durak bilmeden çalışan kimi insanın aldığı maaş emeğinin dörtte birine bile tekabül etmiyor. Dolayısıyla kim kimin ekmeğini yiyor oralarını pek karıştırmayalım. Ömrümüz boyunca verip durduğumuz vergiler de cabası...
Bu noktada “Ne devleti Ekrem Bey, ne terbiyesi?” diye sormaya hepimizin hakkı var. İstanbul depremiyle ilişkili çok önemli bir toplantıya çağrılmaktan dışlanmışsan bu mesele ne Ekrem İmamoğlu’nun kişisel meselesidir, ne de onun “Devlet terbiyesi” anlayışı çerçevesinde kalması mümkündür. Burada kalmasında ısrar etmek, yurttaş aleyhine sahiplenilmiş ve mitleştirilmiş bir devlet kavrayışında ve her tür eleştiriyi 'hainlik' olarak etiketlemeye hazır bir devlet ideolojisinde ısrar etmektir. 'Devlet terbiyesi' dediğiniz bu ideolojidir. Başımızı güvenle sokacağımız dört duvarımız ve bir çatımız yokken, itibarı bol olsun diye trilyonların harcandığı saraylardan yönetilen bir devlette ısrardır...
Ayrıca şunu da söyleyeyim, Ekrem İmamoğlu’ndan elbette bambaşka bir kimlik, sertlik ve kavgacılık beklemiyoruz. Üstelik tam da onu şirretlikle çekmeye çalıştıkları yer burasıyken hiç mi hiç istemiyoruz. Bu şirret tarzın da bir alıcısı vardı. Fakat vadesi doldu. Devlet terbiyesi, devlet bekası, devlet aklı gibi afili afili laflardan da iyi beslendi bunlar...
O ezberleri bir tarafa bırakalım da önümüze bakalım şimdi.