Ne yapmalı?

Yurdumuzu sevmeye devam edeceğiz. Aldatılmış ve aldatılmaya devam eden insanlarımızın yüreklerine güneş taşıyacağız. Onların kararmaya yüz tutmuş “sol memelerinin altındaki cevahir” i aydınlatmaya çalışacağız. Yine şiirler okuyacak, şarkılar söyleyeceğiz. Aşık olmaktan asla vazgeçmeyeceğiz. Kitap okuyacağız, balık tutmaya gideceğiz, zeytin dikeceğiz...

Abone ol

Kötülüğün, yanlışlığın, kabalığın kendisi ve suç ortakları dolandı bahçelerimizin çitlerine ve ışığımızı kapatmaya başladı. Tarihsel sürecin, hatta günlük hayatın normal akıp giden koşullarında pek fazla önemi olmayan, sıradan, kendi dışında bir şeyi pek belirleyemeyen, belki de kendini bile belirleyemeyen insanların yanlış olanı nasıl arsızca yüzümüze bağırdığına tanık oluyoruz. Sırtını “erk” e yaslamış olan bu dönemsel insanlar, bu yanlış nöbetçileri, ellerinden gitmesin diye başında bekledikleri şeyin bir karanlık olduğunu bilmiyorlar. Bilmedikleri bu karanlığın içine bizi de çekiyorlar. Bilseler de uzağı görme yeteneğini yitirmiş olan gözlerinin cansız feriyle aydınlanan alanı bütün evren, “her şey” sanıyorlar. Bu yanılsama onları daha da cesur yapıyor. Bazen bir kamu görevlisi, bazen bir tacir, bir köylü, bazen bir öğrenci, bir anne ya da baba olarak çıkıyorlar karşımıza. Politikacıları saymıyorum çünkü onlar zaten bu karanlık nöbetçilerinin “menba”ını, bu kötülük üreticilerinin “menşei"ni oluşturuyorlar. En çok da bulundukları statüye ulaşmak için gereken birikim ve yeteneğe sahip olmayanlar, sık sık, her nasılsa elde ettikleri statünün dışına çıkıyorlar. İşte o zaman bir dehşet görüntüsü, bir haksızlık uygulaması biçimleniyor hayatımızda. Bu dışına çıkma, en çok “aşağı inme” biçiminde kendini gösteriyor. Orayı seviyorlar. Çünkü orası onların ana yurtlarıdır. İşte, “aşağılık” olmak, böyle durumlarda bir yaşama biçimi, bir alt kültür oluyor. Kendini sürekli egemen kültüre eklemlemek isteyen bir alt kültür. Egemen insanlık kültürü onları dışladıkça, kendilerine özgü bir egemen kültür yaratmaya çalışıyorlar tutarsızlıklarından, cehaletlerinden ve yetersizliklerinden. Elbette bir kültür yaratamıyorlar ama sadece bir “egemenlik” yaratıyorlar. Bu durum, süreç içerisinde o kadar yaygınlaşıyor ki, alt kültürün egemenliği başlıyor. Alt kültürün egemenliği! Haksızlık, sahte olanın biçimlendirdiği değerler, kötülük ve çirkinlik, bu kültürün temel değişkenleri oluyor.

.

“Öyle olmayan”ın suç ortakları, zaman zaman “fail” olarak da karar mekanizmalarında yer alıyorlar. İnsanların umuduna, heyecanına, yaşıyor olmaktan kaynaklanan doğal direncine bir çırpıda kıyan, onları harcayıveren, telef eden kararları nasıl aldıklarına tanıklık ediyoruz. Aldıkları kararlarla sizi hayata bağlayan şeyi, bağışıklık sisteminizi sakatlıyorlar. O kararların altındaki imzaları, o çizgiler, artık içinde kan yürüyen bir atardamarın imgeleri oluyor. Çaresiz bırakmaktan mutlu olmanın, ölümcül riskler taşısa da yerini değiştirmenin, yeni ekilmiş bitkilerin can suyuna el koymanın, kedilerin süt tabağını çalmanın imgesi. Bu imgeler sık sık karşımıza çıkıyor: Bir akademisyen olarak bilim jürilerinde, bir yazar ya da şair olarak yayınevlerinde, dergilerde, gazetelerde, bir daire başkanı olarak bir Bakanlıkta ya da bir yerel yönetimde, sizi dinleyen kalabalığın ön sıralarında. En çok da TV ekranlarında. Onlarla iletişim kuramazsınız. Onlar zaten sizi dinlemedikleri için, basit bir iletişim modeli olan gönderici ile alıcı arasındaki mesaj alışverişi gerçekleşmez. Onlar her zaman “gönderici” dir, siz her zaman “alıcı” sınız. İletişim kanalları da genellikle onların kontrolündedir. Ulaşamazsınız.

Ama bilmedikleri bir şey var: İnsanlık tarihini yönlendiren, insanlığın üzerinde uzlaşmaya çalıştığı metinler böyle dönemlerde biçimlenir ve ortaya çıkar. Bir roman, bir şiir, bir tiyatro ya da bir bilimsel metin olarak. Elbette insanlığın bu “kader metinleri”, görsel ve sessel diller için de geçerlidir. Onlar da böyle dönemlerde biçimlenir: Goya’nın resimlerini, Victor Jara’nın müziğini hatırlayın. Sanat yapıtları, “yoksunluk” zamanlarında fışkırır. Büyük sanat yapıtları, “büyük yoksunluk” zamanlarında fışkırır. Çünkü sanat yapıtının gerektirdiği “metafor”, yani “o olmadığı halde o olan”, böyle dönemlerde hayatımızı egemenliği altına alır. İşte bu durumda, “gerçek”, sanatçının imgeleminden sanat yapıtına yansıyarak varlığını sürdürür.

.

Peki ne yapmalı?

Yurdumuzu sevmeye devam edeceğiz. Aldatılmış ve aldatılmaya devam eden insanlarımızın yüreklerine güneş taşıyacağız. Onların kararmaya yüz tutmuş “sol memelerinin altındaki cevahir” i aydınlatmaya çalışacağız. Yine şiirler okuyacak, şarkılar söyleyeceğiz. Aşık olmaktan asla vazgeçmeyeceğiz. Kitap okuyacağız, balık tutmaya gideceğiz, zeytin dikeceğiz (çocuklarımıza kalsın diye değil, kendimiz için). Evet, ameliyat masasından kalkmama ihtimalimiz olsa da kulağımız ajans haberlerinde olacak ve anlatılan Bektaşi fıkrasına güleceğiz. Birbirimize güveneceğiz ve daha çok seveceğiz. Birbirimizle gurur duyacağız. Küçük bahçemizdeki biberler olmuş mu diye bakacağız. Sokağımızı süpüren temizlik işçisine “günaydın” diyeceğiz. Bir pazar günü dolmuşa atlayıp, adını bildiğimiz ama hiç gitmediğimiz bir mahalleye gideceğiz. Çıkıp dağ yamaçlarına, patikalarla arkadaş olup kaybolacağız, makilerden havalanan kekliklerle birlikte havalanacağız. Güneşli göllerde yüzen balıklara selam göndereceğiz. Dünyaya hayretler içinde bakmaktan asla vazgeçmeyeceğiz. Borges ne diyordu: “Ben dünya karşısında şaşkın bir insanım”. Evet, biz de hep şaşkınlıkla bakacağız şu “sonbahara hazırlanan” ağaçlara, şu akıl almaz uzaklıktaki yolculuklarına hiç yolunu kaybetmeden devam eden göçmen kuşlara, şu binlerce ton ağırlığındaki yüküyle denizin üstünde giden gemiye, şu bulutlara, şu güzel kadına, şu çocuğa, şu çilekeş babaya… Eğer dünya karşısında şaşkınlığımızı yitirirsek, alışırsak, hiçbir şey olmuyormuş gibi davranırsak, o zaman kötü!

“Sakın Vazgeçme” adlı şiirimi, işte böyle bir “ahval ve şerait” içinde yazdım:

SAKIN VAZGEÇME

o orada dursun

gecenin belirlediği şey

başlangıcın bilgisi

sakın vazgeçme

ateşin omzuna yaslan

suya tutun

eğer yorulursan.

bilmediğin bir yola çıkarsan eğer

sakın vazgeçme

göğü, kırları, denizi yanına almaktan

ihanetle karşılaşırsan kuytu bir yerde

ondan ayırma gözlerini

bir savaş gemisini izleyen iki yunus gibi.

eğer bir şeyler söylemen gerekirse

sakın vazgeçme

yabanıl şiirler okumaktan

gerçek aramızda dolaşıyor nasılsa

kesecek boyun arayan sabırsız bir kılıç gibi.