Ümit Kıvanç’ın son yazısının ilk sözcükleri “Devlete tapan toplum olduğumuza göre”….diye başlıyordu. Bence otoriter rejim, iktidarın yapısı, sağ siyaset, nefret suçları, ötekileştirme, kutuplaşma vs. bunların hepsi hikâye. Asıl üzerinde durulması gereken Kıvanç’ın da işaret ettiği bu hastalıklı durum ve bununla ilişkili toplumsal iktidar meselesi. Sürekli gulyabani tarzıyla fiyakamızı bozan, bizi kostaklayan, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin önünde çıkıntılık yaparak bizi buhrandan buhrana sürükleyen devlet fetişizmi bence fazlasıyla üzerinde durmayı hak ediyor.
Bunun nedenlerine dair kafa patlatmadığımız, üzerinde düşünürken saçımızı yolmadığımız sürece bu toprakların kodlarına vakıf olamaz, şifrelerini çözemeyiz. İster felsefi arka planını hallaç pamuğu gibi atalım, ister teorik tartışmalarla sınırları zorlayalım ama bir şekilde mevzuyu çözmemiz gerekiyor. Nerden geliyor bu tapınç isteği? Kökenleri tarihsel nedenlere mi dayanıyor, tamamen mevcut gereksinimler menşeli mi yoksa bir kompleksin ürünü mü?
Hani psikoloji bizim uzmanlık alanımızdan uzak da olsa insanoğlunun eksikliklerini sorun haline getirmek gibi bir eğiliminin olduğunu ve bunun da yavaş yavaş bir komplekse dönüştüğünü kabul etmek durumundayız. Bu, son iki yüzyılı toprak kayıpları, toplumsal alt üst oluşlar, kimlik yitimi ve bütün bunların aslında güçlü bir devletten yoksun olma ya da bir zamanlar mutlak hükümran olan yarı-tanrısal devlet anlayışına özlemi takıntı seviyesinde tutkulaştıran Türkiye örneğinde devlete tapınma olarak tecessüm ve tecelli ediyor.
Ancak çok fazla tarihe ve toprağa bağımlı açıklamalardan kaçınılması gerektiğini düşünen biri olarak, bu eksikliğin kökenlerini çok uzaklara götürecek, Orta Asya’daki Türki kabilelerin devletçiliği ya da sürekli başkalarıyla ve hatta diğer Türki kabilelerle savaşlarının yarattığı kaos haline refere ederek açıklamaya girişecek değilim. Yakın tarihte yaşanan ve üst üste alınan hezimetlerin yarattığı travmaların yanı sıra söz konusu travmaları Anadolu toplumundan çok daha şiddetli yaşayan muhacir kitlelerin sıkışmışlık psikolojisi ve her eleştirel söz ve eylemi paranoyak bir toptancılıkla karşılayan bir anlayışla açıklamanın daha isabetli olduğu kanaatindeyim.
Almanya ve Hegel, bu anlamda çarpıcı bir örnek diye düşünüyorum. Devletin insan aklının ulaştığı ve hatta bundan sonra başkasına ulaşması mümkün olmayan zirve olarak gören Hegel’in İngiltere ve Fransa’nın yanı başında, prenslikleri bir araya getirip modern anlamda bir ulus-devlet modeli oluşturamamış bir Almanya’da (O dönemki adı Prusya) ortaya çıkması rastlantı olabilir mi? Kısacası, devlete tapınmanın; bir taraftan devletin sağladığı himayeden yararlanma arzusuyla diğer taraftan güce tapınma arasında gidip gelen bir anlayıştan doğduğunu düşünmemek için bir neden görülmüyor.
Öte yandan Demokrat Parti tek parti rejiminden sonra halkın sesine kulak verdiği için 1950 seçimlerini ezici bir şekilde kazandı, 1960’a gelindiğinde bu özelliğini büyük ölçüde yitirmiş ve baskıcı bir aygıta dönüşmüştü. Bu gerçeklerin de görülmesi gerekiyor. Ecevit de 1974 seçimlerinde büyük bir zafer kazanmış ve halk tarafından baş tacı edilmişti. AKP, toplumu önemsediği ve toplumdan gelen taleplere radarlarını açtığı için 2002’de büyük bir teveccühle iktidara geldi (şu an tamamen devlet partisine döndü o başka).
İşin garip tarafı bunu toptancı bir şekilde tamamen sağcılığa ait bir eğilimmiş gibi algılama oldukça yaygın. Hâlbuki kendini sol olarak tanımlayan bazı hareketlerin de açıkça anti-emperyalizm vs. gerekçesi altında bu devletçiliğe meşruiyet arayışı içerisinde kendini tüketip heba ettiğini biliyoruz. Elbette bunlar sosyalist solu temsil etmiyorlar ama her ne kadar sağcılığı sorunsallaştırsam da sağcılık içerisinde de demokratik eğilimleri bütünüyle göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum. Şunu da ekleyerek tabii: Kuran’ın deyimiyle biraz akletseler, devletçiliği ideoloji ve itikat haline getiren partilerin toplumsal açıdan oldukça marjinal bir zemine oturduğunu; mesele güvenliğe tealluk ettiğinde devlete tapan bu toplumun iş ekonomi ve kalkınma ile ilgili alana geldiğinde devlete değil (içinde barındırdığı devletçiliğe rağmen) topluma önem veren partileri baş tacı ettiğini görürlerdi.