Cem Eroğul’un uzun yıllara yayılan çalışması, bir yandan Marksizm’deki birey sorunsalına yanıt ararken, diğer yandan insanı ve toplumu, dolayısıyla siyaseti ve devleti anlama çabasında kestirme yolların tercih edilmemesi gerektiğini de hatırlatıyor. Yine onun sözcükleriyle, “İnsanın kaynağı insandır.” Ve kişi, ancak diğerleriyle ilişkiye girdiğinde, insan olabilir.
Öyle ya, bir arada yaşayan hayvan türleri var; ama biz onlara, bir arada yaşadıkları için ‘hayvan toplumu’ demiyoruz. Pek çok yazıda, "Her birimiz toplumsal yaratıklarız ve başka bir şey değiliz" deriz, diyoruz. Ne gördüysek, ne yaşadıysak, bize sunulan koşullar neyse, o kadarız. Düşüncelerimizi, alışkanlıklarımızı, davranışlarımızı ve hatta bedenimizi kullanma biçimlerini bile, içinde doğup geliştiğimiz toplum sayesinde ediniyoruz. Doğumdan ölüme dek, sürekli biçimde toplumsallaşıyor, ‘biz’ oluyoruz.
Hakikaten, neden biz, biz olduk da bir başkası olmadık? Bizi biz yapan, diğerlerinden ayıran niteliklerimizi nasıl, hangi süreçler sonunda edindik? Sevdiğimizi neden severiz de, sevmediğimizi sevmeyiz? Neden bir şeyi merak eder ya da hiç etmeyiz? İnsanı, bir tür ‘hayvan’ olarak tanımlayanların yanılgısı nerededir? Neden, birimizin haz duyduğundan diğeri duymaz, hatta acı duyar? Neden, birinin kavradığını diğeri kavrayamaz; kavrayanın ayırt edici niteliği nedir? Kültür nedir? Kültürel etki, derken kastettiğimiz, ha keza? Doğal düşünce ya da insan doğası diye bir şey var mıdır? Varsa, neden dünyanın bir yerindeki insanı çileden çıkaran bir olay, bir başka yerinde yaşayan için üzerinde düşünmeye dahi değmez?
Ve yeniden: Biz, neden biz olduk? Biz, bir birey miyiz? Öyleyse, birey nedir?
İnsanın kendisi, toplumu, kültürü hakkında kafa yorması; aynı zamanda toplumunu ve diğer toplumları tanıması, olup biteni anlamlandırması için gerekli. Bugün size anlatmaya çalışacağım kitap, daha doğrusu birbirini tamamlayan ‘iki metin,’ konuya ve yukarıdaki sorulara özgün yanıtlar vermeye çalışıyor. İkisi de Yordam Kitap’tan yayınlandı. İkisinin de yazarı, hocam Cem Eroğul. Ancak, eserlerden ilki bir kitap, ikincisiyse bir konuşma ile söyleşiden oluşuyor. Benim bugün ‘anlayabildiğim kadarıyla anlatacağım,’ konuşma/söyleşiden oluşan nüsha. Tuhaf görünüyor okuduğunuz satırlar, farkındayım! Biraz daha açayım...
Cem Eroğul, Mülkiye Anayasa Kürsüsü’nün, artık emekli olan kırk küsur yıllık hocası, bir anayasa hukukçusu. Ancak yalnızca anayasa hukuku değil, 20 yaşında keşfettiği Marksizm’in yol göstericiliğiyle, siyaset bilimi ve devlet üzerine çalışmış bir akademisyen. Daha önce yine Gazete Duvar’da, Türkiye’de yazılmış ilk parti monografisi olan Demokrat Parti’yi tanıtmıştım. Bir süre sonra da, son derece özgün çalışmalar olan Devlet Yönetimine Katılma Hakkı kitabı ile, ‘Öznel Bir Hak Olarak Laiklik’ başlıklı makalesini anlatacağım.
Cem Eroğul, yaklaşık 12 yıllık yoğun bir çalışmanın ürünü olan Birey Nedir? Öz Türkçe Bir Marksist Yaklaşım Denemesi (Yordam Kitap) adlı eserini 2014 yılında yayınladı. Kitabın tanıtım bülteninde şu ifadeler yer alıyor: “Marksizm ya da özdekçi (maddeci) tarih görüşü, bir buçuk yüzyılı aşkın bir süre içinde, toplum bilimlerine çok önemli katkılarda bulunmuştur. Bu katkılar bugün de sürüyor. Buna karşılık, toplum bilimlerine katkılarıyla karşılaştırıldığında, Marksizmin birey bilimlerine katkısı son derece cılız kalmıştır. Bu kitap, işte görece boş olan bu alanda bir söz söyleme denemesidir.” Cem Eroğul, aynı kitaptaki makaleleriyle, çalışmasında neden öz Türkçe’yi tercih ettiğini de açıklıyor. Dil tartışmalarıyla ilgilenenler açısından ilgi çekici.
Benim bugün alıntılar yapacağım metin ise, söz konusu çalışmaya dair bir ‘konuşma.’ Eroğul’un, Kasım 2015’te toplanan 14. Sosyal Bilimler Kongresi’nde sunduğu (İnsanın Var Olma Biçimi Olarak Birey başlığıyla) uzunca açılış bildirisi. Bildiri ardından, Cem Eroğul’un (Gökhan Atılgan ile yaptığı) söyleşisi eklenmiş ve Hoca’ya bazı konuları açma fırsatı sunmuş. İşte bu metin de, yine Yordam tarafından ‘kitapçık’ olarak 2018’in Ocak ayında, Marksizm ve Birey Sorunsalı başlığıyla yayınlandı. Bir hatırlatma; konuşma, kitaptan farklı olarak öz Türkçe değil.
Uzun ve zorunlu peşrevin ardından, yazı bitmeden konuya gelebilirim artık! Konuşma ve söyleşiden aktarmalarla...
Cem Eroğul, öncelikle çözülecek ‘sorunu,’ ardından sorunu çözmek için kullanılacak ‘aletleri’ ve varılan ‘sonuçları,’ son olarak da çalışmasında neyin ‘yeni’ olduğunu anlatıyor. Yalnızca bu sıralamayla okuyup kavramak dahi, özellikle genç sosyal bilimcilere ‘yöntem’ açısından çok şey kazandıracak nitelikte. Malum, akademik çalışmada öncelikli olan, bilgileri arka arkaya sıralamak değil, kendi içinde tutarlılığı olan belli bir sistematik ile düşünmek. Hem kitap hem de konuşma metni, sistematik düşünmenin örnekleri. Eroğul, Birey Nedir? kitabından önce bu metnin okunmasını, konunun hakkıyla kavranmasını kolaylaştıracağı kanısıyla tavsiye ediyor. İtiraf edeyim, ben de konuşmayı okuduktan sonra, asıl kitabın sorunsalını daha iyi anladım.
İNSAN NEDİR?
Eroğul’u bu konuyu çalışma yönelten, ‘genelgeçer insan’ tanımından duyduğu rahatsızlık olmuş. Malum, genel kabul gören tanıma göre insan, “biyo-psiko-sosyal bir varlıktır.” İnsanın bir bedene, düşünme ve duyumsama-duygulanma yeteneğine, daima bir toplum içinde yaşadığına dair, benimsenmiş tanım. Oysa Eroğul’a göre, bu bir ‘tanım’ değil, ‘betimleme’dir. Ne demek bu? Evet, insanın bu niteliklerini hepimiz görüyoruz. Ancak bu görme, sonuçta bir gözlemdir ve buradan, insanın aslında ‘ne’ olduğuna dair bir ‘tanım’ çıkmaz. Doğru, kuşkusuz bilim gerçeklerin çok yönlülüğüyle barışıktır, ancak bir ‘şeyin tanımlanabilmesi’ için, söz konusu ‘yönlerden’ birinin ‘başat’ kabul edilmesi ve bu ‘yönün’ hem kendi başatlığını hem de nesnenin ‘öteki’ yönlerini ‘açıklayabilmesi’ gerekir. Bu yapılmadığı takdirde, kaçınılmaz sonuç ‘eklektizm (seçmecilik)’dir.
Peki bu durumda, insanın kabul gören üç niteliğinden hangisi, başat durumdadır? Biyo niteliği mi, psiko niteliği mi, sosyal niteliği mi?
Eroğul’un ifadesiyle, bugün pozitif bilim alanında ‘psiko,’ bağımsız bir gerçeklik olarak kabul edilmiyor; herkes ruhsallığı ‘türev’ olarak görüyor. Geriye ‘beden’ ve ‘toplum’ kaldı. ‘Beden’ diyenler için ‘ruh’ bedenin (örneğin Freud); ‘toplum’ diyenler için ruh toplumun bağımlı değişkeni. Bedene öncelik verenler, insanın bir hayvan cinsi olduğu görüşünde. Söz konusu eğilime göre, insan ne kadar incelse de, ne kadar sosyal içgüdüleri olsa da, yine de bir hayvan türü. İşte Cem Eroğul burada Marx’a başvuruyor. Marx, sorunun yanıtını 1844 El Yazmalarında (26 yaşında) vermiş: “Birey, toplumsal varlıktır.” Bu tespiti ‘ama’sız yapan ilk düşünür Marx. Eroğul, aynı görüşü daha sonra savunan yazarlardan ve hatta bir sinema filminden verdiği örneklerle konuyu açıyor.
İNSANLAŞMA:
Filmin yönetmeni François Truffaut. Vahşi Çocuk (l’Enfant sauvage-1970). Gerçek bir olaydan esinlenmiş: “On sekizinci yüzyılın sonlarında Fransa’da, bebekken ormanda kaybolmuş, hayvanlarla büyümüş, ergenliğe yaklaştığında bulunmuş ve insan olarak eğitilmek üzere, hükümetin bu iş için maaşa bağladığı ünlü bir doktora emanet edilmiş bir çocuğun öyküsü bu. Film, büyüme çağındayken insanlardan koparılmış bir canlının, nasıl asla tam olarak insanlaşamadığını, örneğin konuşmayı öğrenemediğini, çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor.” Eroğul’a göre insan, tek toplumsal canlı. Farklı özellikleri olan bir hayvan türü değil: “İkisi de canlıdır diyerek bitkilerle hayvanları aynı cinse sokmak ne kadar yanlışsa, hayvanlarla insanları aynı cinse sokmak, o kadar yanlıştır. Nasıl ki hayvana, örneğin ‘yürüyen bitki’ denemezse, insana da, buna hangi özellik yakıştırılırsa yakıştırılsın, bir hayvan türü denemez.”
Yazının başlığını da, yazarın, bu saptamanın peşi sıra söylediklerinden aldım. Toplu halde yaşayan birçok hayvan türü var, ancak bir ‘hayvan toplumu’ yok. Çünkü toplumsallığı yaratan, yalnızca ‘toplu halde yaşamak’ değildir. Türün maddi ve manevi gereksinimlerini doyurmak gerekir. Bunu yapacak olan, ancak toplumsal ilişkidir. İlişki içinse bir iletişim aracına, ‘dile’ gereksinim vardır. Yine, ilişkinin kurulabilmesi, ancak ‘bireylerin’ varlığına bağlıdır. Ne demek bu? Toplum içinde, diğerleriyle ‘ilişki kurarak yaşayan’ ve kendilerini ‘diğerlerinden ayrı varlıklar’ olarak ‘bilen’ bireyler olmalıdır. Ezcümle, insan türünün belirleyici özelliği, ‘bireylerden’ oluşmasıdır. Batı toplumbilimlerinde yaygın olan yaklaşımın aksine, insanın özünde ‘toplumsal’ olarak görüyorsanız, işiniz biraz zorlaşıyor çünkü bu durumda, bireyi yalnızca birey olarak değil, ‘toplumsal birey’ olarak ele almalısınız. Diğer yandan, bireyselliği görmezden gelip doğrudan doğruya toplumdan başlarsanız, bu kez de ‘bireysel farklılıkları’ hesaba katmamış olursunuz. Oysa, “...toplu olarak yaşayan hayvanlardan farklı olarak, insan toplumun belirleyici özelliği farklı bireylerden oluşmasıdır.”
Eroğul, ilk beş yılını ‘birey ve toplumu birlikte’ incelemeye imkan tanıyan kuramsal çerçeveyi aramakla geçirdiğini ve sonunda bunu, Grundrisse’de, Marx’ın ‘üretim-tüketim ilişkisini’ incelediği bölümde bulduğunu belirtiyor.
GRUNDRISSE
Tabii, benim bu kısımları uzun uzadıya anlatma şansım yok, bu nedenle söz konusu ‘uygun kavramsal çerçevenin’ ayrıntıları kitabı/kitapları okuyacaklara kalsın. Burada, Cem Eroğul’un Grundrisse’den esinlenerek hangi ‘aletleri’ kullandığını kısaca aktarmak yeterli olur. Grundrisse’deki modeli ‘diyalektik özdeşlik’ olarak tanımlamış. Marx, üretim ve tüketimi birlikte ele alırken aralarında üç ayrı düzeyde ‘özdeşlik’ bulunduğunu belirtir. Nedir bunlar? 1. Doğrudan özdeşlik: Aynı olgu hem üretim hem tüketimdir. Kendisini doyuran insan, tüketirken kendi bedenini yeniden üretir. 2. Araçsal düzey: Burada üretim ve tüketim ayrı ele alınır. 3. Dolayımsal özdeşlik: Belli bir toplumda üretimden tüketime, tüketimden üretime ulaşmak için hangi aşamalardan geçilir?
Cem Eroğul, bu düzey ayrımlarından ‘toplum ve bireyi’ aynı anda ele almayı hedeflediği çalışmasında yararlanıyor. Nasıl? Aynı sırayla gidersek: 1. Doğrudan özdeşlik. Bireysiz toplum, toplumsuz birey yoktur. 2. Araçsal özdeşlik kısmı, asıl kuramsal düzey. Buna göre, birey ve toplum hem ayrı ayrı hem de ilişkileri içinde ele alınmalıdır. Bunun için hangi bilim dallarına başvurmak gerekir? Liste uzun; evrim kuramı, sosyoloji, antropoloji, etnografya, arkeoloji, kültürel psikoloji, psikanaliz, psikiyatri, psikoloji, çeşitli tıp dalları, biyoloji, genetik... 3. Dolayımsal özdeşlik. ‘Belli’ bir ‘tarih’ ve ‘toplumda,’ toplumun bireyselleşmesine, bireyin toplumsallaşmasına yol veren ideolojik/siyasi/ekonomik/kültürel etmenleri araştırmak. Doğal olarak her toplumda farklı sonuçlar çıkacaktır ki bu durum, incelenen verilerin ‘somut dünyadaki’ hallerinin anlaşılmasını sağlar. Kavramsal çerçevesini bu şekilde ortaya koyan yazar, ardından, otuz küsur yıl önce Devlet Nedir? adlı çalışmasından bugüne başvurduğu ‘beş bilişsel aracı,’ örneklerle anlatıp çalışmasında vardığı sonuçlara geliyor.
NEDİR BU SONUÇLAR?
Yazar, insanın, son ‘insanımsılar’ olan şempanzelerden ayrıldığı beş altı milyon yıl öncesinden başlayarak, ilk ‘homo’ cinsinin ortaya çıktığı 1.9 milyon yıl ve bedenimizin bugünkü şeklini aldığı 1.6 milyon yıl öncesine varıyor. Bu süreçteki alet kullanımının biçimlerini, ilişkiye girdikçe beyin hacminin büyüyüşünü, müthiş bir sosyalleşme aracı olan ateşin keşfini ve yarattığı değişimi; sonunda 150-200 bin yıl önce ‘homo’ türleri içinde Neandertaller ile Homo Sapiens’in kalıp yaklaşık 30-40 bin yıl önce Neandartellerin yok olarak Homo Sapiens’in bugünkü insan türünün temsilcisi olarak kaldığını anlatıyor. Soyut düşüncenin ortaya çıkışı, sanat dallarının gelişmeye başlaması, neolitik, tarım devrimi...
Ezcümle, tüm bu maceradan çıkan sonuç; “İnsansılar, maddi ve manevi yaşamlarını birlikte üretmeye başlayarak insanlaştılar... Toplumsal yaşam, biyolojik evrimin yönlendiricisi oldu. Kaldı ki, bu arada, kültürel evrim biyolojik evrimle yarışmaya başladı, sonunda onu da geçti ve insan türünün gelişmesinde en önemli etmen haline geldi. İnsanı insan yapan, şempanzeyle yüzde 95’i aşan bir oranda paylaştığı genetik yapısı değil, toplumsallığıdır.” Haliyle, birey bedeninin oluşumu da toplumsal bir sürecin sonucudur. Eroğul, insanın bireysel bedeninin ortaya çıkışından (ki bunun için de bir kadın ile erkek arasında toplumsal ilişki gerekir) itibaren ve hatta doğum şekli dahil olmak üzere bireyin her şeyini ama her şeyini, toplumsallığa borçlu olacağını, örneklerle açıklıyor. Bu açıklama, çoğu zaman yöneltilen ‘Canım genetik özellikler yok mu?’ itirazının yanıtlarını da içeriyor. Eroğul’un sözcükleriyle: “En bedensel, en basit görünen işlerimiz bile gerçekte toplumsaldır. Uykumuzdan beslenmemize, doğal ihtiyaçlarımızın giderilmesinden sağlığımıza, sevişmemizden ölümümüze dek, bedenimizin oyuncu olarak oraya çıktığı bütün edimler, gerçekte birer toplumsal ilişkidir.”
Eroğul, ardından ikinci büyük özellik olan, insanın ‘psiko’ yönünü (Freud’un beden ve içgüdüye verdiği önceliği eleştirerek) ele alıyor. Ruhumuz, bizi bir birey yapan özelliklerimizin toplamından başka bir şey değildir. Ruh, toplumun bedene verdiği biçimdir. Nihai olarak, “...toplumun kendisi de toplumsal bir üründür.” İnsan sosyalliğinin kaynağı, 18'inci yüzyıl düşünürlerinin savlarının aksine ‘toplum sözleşmesi’ değil, toplumsal yaşamın kendisi, özetle, kültürdür. Burada, kültürün ve belirleyiciliğin neler olduğuna dair satırlar da zihin açıcı.
Cem Eroğul, katkı olduğunu düşündüğü asıl kısma, büyük sorununu anlatarak başlıyor. Kitabının ikinci kısmında çözmek zorunda kaldığı sorunu: “Hayvanlar söz konusu olduğunda, her türü, o türe özgü bir bedenle ve türün davranışlarını belirleyen iç güdülerle tanımlayabiliyoruz. İnsan cinsinin ya da daha doğrusu, cinsi temsil eden bugünkü tek insan türünün de kendine özgü bir bedeni var. Ama bir hayvan türü olmadığı için kendisini belirleyen içgüdüleri yok. Bu nedenle, tek bir insan doğasına değil, toplumuna göre değişen doğalara sahip. Peki bu değişkenlik sınırsız mı? İşte kafamdaki sorun, bunun olamayacağını görmemle başladı...”
İNSAN TÜRÜNÜN ORTAK NİTELİKLERİ
Ne demektir bu? Bir ‘tür’ olarak insan, sonsuz çeşitlilikte olamaz çünkü eğer olsaydı, bir canlı türü olarak ‘insan’ diye bir şey olamazdı. Farklılıkları algılamaya imkan verecek bir ortak zemin olmalı. Hayvanlarda ortak zemin beden ve içgüdüdür. Peki, insanda? Eroğul bu soruya yanıt ararken, ‘duyu organlarının’ gerekli model sunabileceğini fark ediyor ve bulduğu çözümün anahtarına ‘duygutür’ adını veriyor. (Beden için ‘duyu,’ ruh için ‘duygutür.’) Gordon Allport’un 1920'lerdeki ruhsal yapıların ayırt edici özelliklerine dair alanına, Eroğul tarihsel maddeci anlayışla giriyor ve ‘bütün insanlarda’ ruhsal olarak altı ayrı duyarlılık ekseni olduğunu tespit ediyor. İnsanlar arasındaki ortak zeminin harcı sayılabilecek altı eksen: Sevmek/sevmemek; güvenmek/korkmak; beğenmek/ayıplamak; sevinmek/üzülmek; haz duymak/acı çekmek; ayırdına varmak/kavrayamamak. Bedenin beş duyusuna karşı, ruhun altı kapısı! Ardından, ‘duygutür’ ile ‘duyguları’ karıştırmamak gerektiğine dikkat çekip duygutürlerin niteliği konusuna geçiyor.
Bu heyecan verici katkı çabasının ve sonrasındaki ‘söyleşinin’ ayrıntılarını kitapları okuyacaklara bırakıp bu kapsamlı, çetrefil konuyu, Eroğul’un ‘duygutür’ ile ilgili sözleriyle bitireyim:
“...Örneğin, köpeğimizi seviyorsak, bir çiçeği beğeniyorsak, bülbül sesi bizi neşelendiriyorsa... bunu hep daha önce başka insanlarla bizi insan yapan ilişkiler yaşamış olmamıza borçluyuz. İnsan söz konusu olduğunda, ‘doğal’ duygu düşünce yoktur. Hepsi kültür kaynaklıdır. Hepsini yaşamamıza olanak veren şey de, türümüzün ortak özelliği olan belli başlı duyarlık eksenidir.”
Cem Eroğul’un uzun yıllara yayılan çalışması, bir yandan Marksizm’deki birey sorunsalına yanıt ararken, diğer yandan insanı ve toplumu, dolayısıyla siyaseti ve devleti anlama çabasında kestirme yolların tercih edilmemesi gerektiğini de hatırlatıyor. Yine onun sözcükleriyle, “İnsanın kaynağı insandır.” Ve kişi, ancak diğerleriyle ilişkiye girdiğinde, insan olabilir.
Demek ki, o ilişkileri ‘her açıdan’ ele almayan bir bakış; ne insanı, ne toplumu, ne kültürü, ne siyaset ve devleti hakkıyla kavrayabilir. Kavramak ve dönüştürmek, kuşkusuz büyük sabır ve emek gerektiriyor.
Kitapları, ikinciden başlayarak okumanızı öneririm...