Neden soruyorsun, nereye gideyim: Mavi Sakal ve İki Yol

İnsan, hayattaki her şeyi yozlaştırabilir. Çok güzel bir manzara mesela, ilk gördüğümüz an ile her gün gördüğümüz hali arasındaki fark müthiş uçurum açar. Sabah mesaiye yetişmeye çalışan ve geceden uykusuz kalmış birinin vapurla işe giderken Boğaz’a bakışıyla, her gün penceresini açtığında Boğaz gören birinin bakışı arasında da bambaşka bir açı vardır şüphesiz. Çileğin ilk tadı ile şimdiki GDO’lu tadı arasındaki farktan bahis açmaya bile lüzum yok. Sular bile bozulmadı mı?

Mehmet Said Aydın msaydin@gazeteduvar.com.tr

Önce Monika Maron’un, Alef tarafından yayımlanan ve Zehra Aksu Yılmazer tarafından tercüme edilen Uçucu Kül romandan birkaç uzun ve dağınık alıntı.

“Büyükbaba Pawel ölmüştü, bir buğday tarlasında yakılmıştı. O artık bana aitti. Hoşuma gitmeyen hiçbir şey söylemiyor, düşünmüyor, yapmıyordu. Bir insanda önemli bulduğum tüm özellikleri atfetmiştim ona. Büyükbabam zeki, yaratıcı, neşeli ve cömert, korkaktı.”

“Büyükbabamın korkusunu keşfettiğim sıralarda, matematik sınavı ve karanlık bodrum korkusundan başka bir korku bilmiyordum pek. O sıralarda okuduğum kitaplarda da korkudan ziyade cesaretten, direnişçilerin, kâşiflerin, Sovyet partizanlarının cesaretinden söz ediliyordu zaten. Korku sevilesi bir özellik değildi, elimden geldiğince bastırmaya çalışıyordum korkuyu.”

“Bir de diğer korku var, etrafımda kocaman bir kara delik açan, uçurumunda süzüldüğüm simsiyah korku. Tutunacak bir yer aramak boşunadır. Neye dokunursam elimde kalır ve benim gibi boşlukta sürüklenir. Ölümü düşündüğümde. Hayatımın akıl almaz anlamını aradığımda. Büyükbabam içine sürüleceği buğday tarlasından korkuyordu. Ben neden korkuyorum? İçinde öleceğim yataktan. Yaşamadığım hayatlardan. Çöküşe ve sonrasında kadarki monotonluktan.”

İnsan, hayattaki her şeyi yozlaştırabilir. Çok güzel bir manzara mesela, ilk gördüğümüz an ile her gün gördüğümüz hali arasındaki fark müthiş uçurum açar. Sabah mesaiye yetişmeye çalışan ve geceden uykusuz kalmış birinin vapurla işe giderken Boğaz’a bakışıyla, her gün penceresini açtığında Boğaz gören birinin bakışı arasında da bambaşka bir açı vardır şüphesiz. Çileğin ilk tadı ile şimdiki GDO’lu tadı arasındaki farktan bahis açmaya bile lüzum yok. Sular bile bozulmadı mı? Nicedir çoğumuzun çevresindeki “doğaya dönüş”ün içinde, şüphesiz bir “ilk tat” arayışı var. Çocukken yediğin o karpuz, çileğin kokusu, mandalinanın bütün salonu tutan rayihası, bizatihi suyun kendisi. Kaynağın ta kendisi. Bunlar artık şehirde yok. Ama şehirde ölüm var. Bir tek ölüm yozlaşmıyor. Yozlaşamıyor.

Biz lisede keşfetmiştik Mavi Sakal’ı. Meğer onlar da lisede bir araya gelmişler. 1979’da Tarsus Amerikan Koleji’nde bir araya gelmişler, 1980’de “Echo” grup adıyla albüm çıkarmışlar. 1991’de Mavi Sakal ismiyle ilk albümleri “Çektir Git”i, 1993’te “İki”yi, 1997’de ise single olarak “İki Yol”u çıkarmışlar. Bizi bu yazı bağlamında “İki Yol” olan tekli ilgilendiriyor. Takvimler 1999’u gösteriyor. Milenyumdan bir önceki yıl. 1 Ocak olduğu anda uzay başlıklı kozmonotların (evet astronot yerine kozmonot demeyi seviyorum hâlâ) göğe çıkacaklarını ve yepyeni şeyler keşfedeceklerini, belki de insanların uçacağını falan hayal ettiğimiz o yılın hemen öncesi. Mekân Diyarbakır. Süleyman’la gene ya bir konsere, ya bir tiyatro oyununa yahut da bir mitinge gitmişiz. Mutat büyükşehir ritüellerimizi gerçekleştireceğiz, cebimizdeki harçlığın müsaade ettiği ölçüde de kitap ve kaset alacağız. Ofis semtindeki geniş ve bize bitimsiz gibi gelen caddesinin (Gevran olmalı adı, şimdi dönüp kontrol etmek istemiyorum) başında çok sevdiğimiz Avesta var – şimdilerde yok artık orada. Avesta’nın ince uzun koridorlu kitapçısında beyaz kapaklı şiir kitaplarına baka baka, kimilerini de alarak yolumuza devam ediyoruz. Hep iyi müzikler çalan kasetçinin sokak sepetinde gelişigüzel CD’ler var. Yeni parayla 1 TL eden, 1 milyonluk CD’lere bakıyoruz. Gücümüz birkaç tanesini almaya yetecek. Sonra da minibüse binip Kızıltepe’ye döneceğiz.

Önce kapak dikkatimizi çekiyor. İlginç bir fontla yazılmış grup ismi, deniz feneri diye tahmin ettiğimiz bir mimari yapı ve el yazısına benzetilmiş bir “İki Yol” yazısı. Alsak mı almasak mı diye pek düşünmüyoruz. Önce hangimiz dinleyeceğiz gibi bir sorunumuz var ama dostluklarda demokrasi pek çalışmaz. Kimin çantasında seyahat edecekse önce onda kalacak, beğenirse dinleyecek, dinledikçe sıkılacak, sonra ötekine geçecek. Tıpkısıyla öyle oluyor; gazeteden kuponla alınmış CD çalarları var Süleymanların, önce ona gidiyor ve çok seviyor. O kadar çok seviyor ki, CD’yi vermeye yanaşmıyor, “Gelin beraber dinleyelim,” diyor bize. Biz: Yeni sıra arkadaşı ben, eski sıra arkadaşı Bünyamin. Belleğim beni yanıltmıyorsa, bir ilkbahar akşamüstünde Süleymanların okula çok yakın evine gidip üçümüz beraber dinliyoruz “İki Yol”u: “Neden soruyorsun?/ Nereye gideyim?/ İki yol var demiştim, hangisini seçeyim?/ Korkma bebeğim, hepsini sonu aynı/ Çok yukarlarda biri mi bunları yaptı?/ Neden soruyorsun?/ Nereye gideyim?/ İki yol var demiştim, birinden gidiyorum.”

Bünyamin, Bünyamin Aydın, lise arkadaşımızdı. Hayata daima neşeyle bakmış, çektiği bütün hastalık dertlerine rağmen asla kimseyi ihmal etmemiş, nezaketten ve zarafetten hiçbir zaman ödün vermemiş, ruhu hep gencecik bir adamdı. Arkadaşımızdı. Uykusunda veda etti dünyaya birkaç gün evvel. 15 Nisan 2019 Pazartesi günü de, Çekmeköy’de huzurlu bir kabristanda toprağın göğsüne emanet ettik onu. Süleyman’la yan yana toprak örttük üstüne. Şimdi, bir daha, yıllar sonra “İki Yol” çalıyor Bünyamin için.

“BİRDENBİRE BOŞALAN YOLLARIN ORTASINDAYIM”

Bünyamin, bazen yollar değil sade, evler de bomboş. Biliyor musun? Gözyaşlarının sonu hep aynı. Seni çok özleyeceğiz güzel kardeşim. Çocukluğumuzdan bir cümle düştü.

Tüm yazılarını göster