Neden sosyal haklardan söz edilmez? Kimsesizliğinden mi?

Büyük anayasacı Bülent Tanör’ün May Yayınları’ndan 1978 tarihinde çıkmış eseri; Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar. Bülent Tanör bu eserine sorular sorarak başlıyor. Öyle ya, ‘Sosyal hak nedir?’ sorusunu sormadan olur mu? Öncelikle ne üzerine konuştuğumuzu anlamalıyız değil mi? Bu hakların, diğerlerinden ayırt edici özellikleri nelerdir?

Murat Sevinç yazar@gazeteduvar.com.tr

Bir Bülent Tanör kitabı…

Uzun süredir anayasa tartışmasına tanık oluyorsunuz. Daha yıllarca da olacaksınız. Bunca zamandır duyup okuduğunuz anayasa sohbetlerinde, Kürtlük, Alevilik, başkanlık, parlamenter sistem, Anayasa Mahkemesi, HSYK, YSK, düşünce özgürlüğü, inanç özgürlüğü ve daha nice hukuk konularıyla taciz edildiniz! Ancak tahmin ediyorum ‘sosyal haklar,’ bunlar arasında pek yer almadı. Şöyle bir zorlayın hafızanızı. Zorladınız mı? Sosyal hakların pek nadiren gündem olduğunu fark edeceksiniz.

Oysa Anayasa’da yer alan hak ve özgürlüklerin ‘üçte biri,’ sosyal haklara ilişkin. Üstelik anayasa normları arasında bir hiyerarşi/üstünlük ilişkisi olmadığı için, bir hak diğerinden daha değerli ya da değersiz değil. Peki, neden her konu gündeme gelir de sosyal haklar bir türlü duyulmaz. Örneğin Türkiye’de her Allah’ın günü dört beş işçinin ‘iş kazası’ adı verdikleri cinayetlere kurban gitmesine karşın sizin bunları duymuyor oluşunuzun bir etkisi olabilir mi? Etnik kimlikler ya da din üzerine konuşmaktan fırsat mı kalmıyor!

Soma’da ne kadar çok insan kaldı göçük altında. 300’ün üzerindeydi. Daha önce de başka yerlerde yaşanmıştı benzer iş cinayetleri. Bir hafta kadar konuştuk. Ölenlerin sayısı devasa boyuttaysa, üç beş gün yer bulabiliyor kendine. Hani şu asansör çakıldığı için can veren işçiler vardı. Ya da bir AVM inşaatının işçi çadırında yanarak ölenler. Hatırlayan kaldı mı? Her yıl kaç bin işçi ölüyor bu ülkede biliyor muyuz? Peki, sosyal güvencelerinizden ne kadar haberlisiniz? Türkiye’de yaşlılar, çocuklar için neler yapılıyor? Engelliler? Grev hakkı, toplu sözleşme vs. neden yer bulamaz kendilerine? Ölen binlerce işçinin, kamu denetçiliği kurumu kadar önemi yok mu?

Soysal haklar işçi sınıfının 19. yüzyılda başlattığı büyük mücadelenin 20. yüzyıla kalan tortusu. İrice bir tortu. İşin doğrusu ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilmiştir tam olarak. Sermaye sahipleri ve ideologları açısından işler iyi giderken talep artırıcı bir yoldur emekçi hakları tanımak, ancak kâr azaldığında aynı haklar ayak bağıdır. Bakınız Türkiye’nin 1960’ları 70’leri… Solun bir kesimi içinse, burjuvazinin emekçi sınıfı edilgenleştirmek için bulduğu ‘kullanışlı’ bir araç. Sosyal hakların 20.yüzyılda popülerleşmesinde burjuvazinin ‘her şeyi kaybetmeme’ siyasetinin payı büyük. Buna mukabil uzun yıllar çekilen çilenin, verilen mücadelenin kazanımı kuşkusuz.

Türkiye’de ‘amele’ hareketi 19.yüzyıla kadar gider ancak sosyal hakların bir hak demeti olarak anayasalara girmesi 1961 ile oldu. 1924 Anayasası’nda sosyal hak olarak kabul edilebilecek tek hak ‘ilköğretimin devlet okullarında parasız olacağına’ dair hükümdü. Demokrat Parti 1950’ye dek sözünü verdiği hakları, iktidardayken tanımaya yanaşmamıştı. 1961 Anayasası sosyal hakları bütün olarak tanıdı. 1960’ın kış ayında on binlerce işçinin Saraçhane’de eylem yapması o dönemde işçi hareketinin güçsüz olmadığının kanıtı; ancak anayasadaki sosyal hakların bu ölçüde kabulünde kuşkusuz anayasa yapıcıların zihniyeti ve zamanın ruhunun etkisi yadsınmamalı.

1982 Anayasası’nın özellikle ilk hali, temel haklar konusunda neredeyse törpülenmedik hak ve özgürlük bırakmıyor; bunca değişikliğe uğramazdan önce hak ve özgürlüklere dair maddelerinde genellikle ilk fıkrada verir gibi yaptığı hakkı ikinci fıkrasında sınırlama adı altında geri alıyordu. Yurttaşa karşı devleti, işçiye karşı patronu kollayan bir anayasa. Bugüne dek gerçekleştirilen çok sayıda değişiklikten yalnızca bir kısmı, sosyal hak ve özgürlüklere ilişkin ve doğrusu onlar da emekçi hakları açısından önemli bir iyileşme sağlamaktan çok, göz boyama olarak adlandırılabilecek nitelikte.

Soysal hakların bu ‘görmezden gelinen hali,’ ilginç bir biçimde üzerine yapılan çalışmalara da yansımış durumda. Sosyal haklar kamu hukukçularının ilgisini pek fazla çekmedi işin doğrusu. Bu nedenle burada size hatırlatmak istediğim kitap gerek ‘konusu’ gerekse ‘unutulmuşluğu’ bakımından çok özel.

Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar, Doç. Dr. Bülent Tanör, May Yayınları

Büyük anayasacı Bülent Tanör’ün May Yayınları’ndan 1978 tarihinde çıkmış eseri; Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar.

Bugün artık Tanör’ün kitabından haberdar olanların sayısı epey azaldı. Bildiğim kadarıyla yeniden yayınlanmadı. Keşke kıymet bilir bir yayınevi talip olsa da bu değerli eser bir kez daha basılsa. Bülent Tanör, kişisel olarak hiç tanışmadığım buna mukabil çok okuyup öğrendiğim ve anayasa hukuku, anayasa tarihçiliği, insan hakları çalışmaları alanında birbirinden değerli eserler vermiş bir akademisyen. Asistanı olduğum hocalarımın kuşağından ve ne yazık ki hayli erken sayılabilecek bir yaşta vefat etti.

Bülent Tanör bu eserine sorular sorarak başlıyor. Öyle ya, ‘Sosyal hak nedir?’ sorusunu sormadan olur mu? Öncelikle ne üzerine konuştuğumuzu anlamalıyız değil mi? Bu hakların, diğerlerinden ayırt edici özellikleri nelerdir? Hoca, o güne önerilen tüm ölçütleri dört başlık altında toplayıp niteliklerine göre isimlendiriyor: Teknik, maddi, sübjektif (öznel) ve sosyolojik ölçütler.

Ardından sosyal hakların her bir niteliğini bu dört başlık altında sınıflandırıyor. Örneğin ‘teknik ölçütten’ kastı, bizlerin yıllarca derslerde anlattığı ‘negatif ve pozitif statü hakları’ ayrımı. Olumsuz ve olumlu haklar olarak da adlandırılabilir. Bu ne anlama geliyor derseniz: Negatif statü hakkı, var olabilmesi için devletin müdahale etmemesi gereken haklar; yaşam hakkı ya da düşünce özgürlüğü gibi. Pozitif statü hakları ise varlığını devletin müdahalesine borçlu olanlar. Örneğin devletin ‘Sana çalışma hakkı tanıdım’ demesi yetmez. Uygun koşulları da yaratması gerekir. Sosyal haklar, her iki statü hakları ölçütüne de uyan nitelikler barındırıyor. Maddi ölçüt başlığı altında bu hakların maddi boyutunu; öznel ölçüt başlığı altında hak özneleri arasındaki farkları (topluluklara tanınmış kolektif haklar olmaları, gibi); sosyolojik ölçüt başlığı altında talepler ile sosyal gruplar arasındaki bağları konu ediyor.

Diğer kitaplarından farklı bir yöntemi benimsemiş Bülent Tanör Hoca. Okurken, hem incelediği konuyu hem de kendisinin o konu hakkında ne düşündüğünü kavrayabiliyoruz. Tanımlarında tarih, siyaset bilimi ve sosyolojinin araçlarından/kavramlarından yararlanıyor. Pek çok hukukçunun uzak durduğu (aramızda kalsın, aslında pek bilmedikleri!) bir yöntem bu. İncelediği alanın kendine özgü terminolojisini, ideolojik tercihleriyle kaynaştırarak sunuyor Bülent Tanör. Temel sorunsalı, sosyal ve hukuksal ölçütlere ters düşmeyen bir yaklaşım benimsemek. Bu nedenle, örneğin ancak hem hukuk sosyolojisinin hem pozitif hukukun verilerini göz önünde tutan bir yaklaşımın, sosyal hakların özgün yanının hakkıyla kavranmasını sağlayabileceği kanısında. Dolayısıyla ilk adımda klasik hakların tarihsel kökenlerini anlatıyor. Tarihlerini bilmeden günümüzdeki niteliklerini kavramak mümkün değil tabii. Söz konusu anlatım, hak ve özgürlüklerin sınıfsal karakterini de sergiliyor. İşte bu sergileme sayesindedir ki; klasik haklar tarihi içinde sosyal hakların, ‘sınıf mücadelesinin, rejimin sınırları içinde varılmış ya da varılması gereken aşamalarını temsil ettiğini’ görebiliyoruz.

Bülent Tanör, bir adım sonrasında pozitif hukuk serüvenine girip sosyal hakların yasalar tarafından tanınmasına yol açan dinamiklere değiniyor. 20.yüzyılın başından itibaren topraklarımızdaki sosyal hak mücadelesinin, çağdaşlarından daha zayıf oluşundan kuşku duymamakla birlikte, bir lütuf olmayacak ölçüde zengin bir birikime de yol açtığının altını çiziyor. Bir sonraki adımda ise anayasalar tarafından tanınması konusunu işliyor Bülent Tanör. Dünya anayasaları ve tabii 1961 Anayasası. Anayasal güvencenin önemini vurguluyor. Burada, 2010’lardaki anayasa tartışmaları esnasında kimi çokbilmişlerin ‘Sosyal haklar anayasa konusu değildir aslında’ değişlerini hatırlamak iyi olur! Ve son adım, anayasal tanımanın hukuksal etkileri, sonuçları. Burada önemli anayasa hukuku tartışmalarına giriyor Bülent Tanör. O tartışmaların ne olduğunu da merak edip okuyan öğrensin!

Hak konusu ve özgürlükler meselesinin farklı açılardan ele alınabileceğinin en iyi örneklerinden biridir Bülent Tanör’ün çalışması. Bütün mesele, tüm sorunlar gibi sosyal sorunun da aslında bir ‘siyasal sorun’ olduğunu görebilmekte. Yani sosyal hak sorunu özü itibariyle siyasal bir sorundur; iktidar sorunudur. ‘Anayasal güvence olmalı mı, olmamalı mı?’ sorusu da masum bir soru değil, kuşkusuz ideolojik tercihin yansımasıdır. Tüm anayasal konu ve sorunlar gibi. Gerçi yeri olmayabilir ama ben ‘yeri gelmiş’ farz edip ekleyeyim: Bir aralar moda olan ‘ideolojisiz anayasa’ ifadesi de, son derece ideolojik bir yaklaşımdı!

Bülent Tanör’ün ne yazık ki unutulmaya yüz tutmuş eseri, sosyal hakları tarih içinde ve anayasa hukuku tartışmalarıyla birlikte ele alan bir hazine. Yeniden keşfedilmeyi bekleyen. Hele ki sabah akşam anayasa zevzeklikleri yapılan şu çorak memleketimizde…

Tüm yazılarını göster