2000’li yıllarda okuryazar olan herkes şu iki cümle
başlangıcıyla karşılaşmıştır: “Küreselleşme çağı ile başlayan yeni
dünya düzeni…” ve “12 Eylül darbesi ve 24 Ocak kararları ile
birlikte kendisini gösteren neoliberalizm…” Geniş bir akademik ve
siyasal literatürün iki farklı kalıplaşmış söz öbeği haline gelen
bu cümlelerin kullanım sıklığı, 'kapitalist dünya ekonomi'nin 2008
krizi ile birlikte seyrekleşti. Bu krize kadar on yedinci yüzyılda
ortaya çıkmış ulus devletlerin artık miadını doldurduğu ya da başka
bir birikim rejimi içinde daha tali bir konuma çekildiği, neredeyse
genel bir kabul görmekteydi. Bu tarihsel bağlamda uluslararası
hukukun genel kodları, örneğin Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın
uluslararası hukukun genel ilkelerini belirleyen ikinci maddesinin
birinci fıkrasında ortaya konan egemen eşitlik ilkesi askıya
alınabilmişti.
Bu dönemde insani müdahale adı altında yapılan ya da soykırım
koşullarında yapılmayan askeri müdahaleler, söz konusu maddenin
askıya alınmasının meşrulaştırılma çabalarının formunu da ortaya
koydu. Önce İsrail devletinin savaş aygıtını meşrulaştırmak için
geliştirilmiş önleyici müdahale doktrini, sonrasında Bush dönemi,
askeri-hukuki stratejileri için bir alan açtı. ABD’nin Afganistan’a
ve “egemen eşit Irak’a müdahaleleri bu doktrin bağlamında teorize
edildi. 1945’te oluşmuş uluslararası hukuk düzeni, “küreselleşme
çağının” gereklerini karşılamıyordu. ABD, demokrasinin; korunması,
taşınması ve insan haklarının muhafazası için bir jandarma rolü
üstlenmeliydi. Ya da egemen eleştirel perspektiften ABD
emperyalizminin ulus devletlere karşı yeni saldırısı, milliyetçi
argümanlarla savunulmalıydı.
İNSANİ MÜDAHALE
Bu egemen ve egemen eleştirel perspektiflerin karşısına çok daha
yaratıcı argümanlar da çıktı: Örneğin 2000’li yıllarda çok popüler
olmuş İtalyan komünist Antonio Negri’nin Michael Hardt ile kaleme
aldığı metinlerde emperyalizm çağının bittiği argümanı, savaşın ve
sınıfın yeni biçimlerini tartışmaya açtı. Göçmen figürünü
Machiavellian anlamda yeni bir çok başlı canavar olarak, tehlikeli
sınıf olarak ele aldı. Immanuel Wallerstein’in 1970’lerin sonunda
başlayan üretim ve birikim tarzları eleştirisini dünya sistemleri
yaklaşımlarıyla birleştiren analizi, Amerikan gücünün gerileyişi ve
'kapitalist dünya ekonomi'nin sürdürülebilir koşullarının yapısal
sınırlarına ulaştığı argümanları, ilgili akademik literatürü
besledi. Fakat insani müdahale ve insani yardım konuları başlı
başına eleştirel bir literatürün konusu oldu. Bugün geldiğimiz
noktada, ABD’nin hegemonyasında demokrasi taşımak adına
meşrulaştırılan insani müdahalelerin yarattığı yıkım ile birlikte
düşünüldüğünde, bu politikaların emperyalizmin yeni formlarının
denemeleri olduğu açık. Arap Baharı ile birlikte başka bir düzeye
taşınan süreçlerde ABD’nin, AB ülkelerinin ve tabii yeni
Türkiye’nin konumunu da bu literatürü es geçerek değerlendirmek
mümkün değil. Elbette, yeni Türkiye’nin aktörlerinden Perinçek’in
savunuculuğunu yaptığı kapitalist ulusu, sanki sosyalizmin son
kalesiymiş gibi savunan eleştirinin bir eleştiri olmadığını
bilerek…
2017’de yayımlanan Küresel İnsani Yardım Raporu (Global
Humanitarian Assistance Report 2017), kurum içinden aldığım
bilgiler ışığında her ne kadar çok fazla yaygınlaştırılmak
istenmese de Dışişleri Bakanı’nın Twitter hesabından büyük bir
coşkuyla duyuruldu. Rapora göre Türkiye dünyada en çok insani
yardımı yapan ikinci ülkeydi. Rapor incelendiğinde Türkiye’nin
konumu gerçekten ilginçtir. Rapora göre en çok insani yardımı yapan
devlet ABD’dir. ABD 6 milyar 314 milyon doları insani yardıma
ayırmıştır. Bu ABD ulusal gelirinin yüzde 0.03’üne denk
gelmektedir. İkinci sıradaki Türkiye’nin insani yardım bütçesi, 6
milyar dolardır. Bu rakam Türkiye’nin ulusal gelirinin yüzde
0.75’idir. Üçüncü sıradaki Birleşik Krallık’ın insani yardım rakamı
2 milyar 741 milyon dolardır ve bu rakam ulusal gelirinin yüzde
0.09’udur. Bu tablo içinde açık olan, Türkiye’nin ulusal gelire
kıyasla raporun birincisi ABD’den yaklaşık 25 kat fazla, üçüncü
olan Birleşik Krallık’tan ise yaklaşık 8 kat fazla bütçe
ayırdığıdır. Tabii raporun bunlardan daha “ilginç” olarak
gösterdiği şey ise 6 milyar dolarlık insani yardımın yüzde 99’unun
Suriye’ye gönderildiğidir.
AKP'NİN "İNSANİ" YARDIMI
Bu rapor ışığında çok kısa bir tur yapalım. Tunus’ta emeğinin
haysiyet mücadelesini veren bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla
ateşlenmiş Arap Baharı’nın Libya ve Mısır’daki serüvenindeki
Türkiye’nin tavrı, ‘insaniliğin’ anlaşılması için iyi örnekler
oluşturur. Libya’da “beton kapital” bağlamında çok işi olan hükümet
elbette kolay karar veremedi, insani müdahale konusunda biraz geç
kaldı. Mısır’da hamiliğini yaptığı Müslüman Kardeşler'i ölümüne
destekledi. Mısır’daki İslamcı direnişin sembolü hâlâ AKP’nin
sembolüdür. Yeni Osmanlıcı emperyal hayallerinin karşılığını Mısır
ve Libya’da bulamayan AKP bütün yatırımını, Ortadoğu'daki her
emperyal çatışmanın düğümü olan Suriye’ye yaptı. Çok sevdiği ve iyi
ticaret yaptığı Esad rejimini yıkmak için cihatçı grupların
Türkiye’de cirit atmasına, sınırdan geçiş yapmasına izin verdi.
Daha başka neler yaptığını bilmiyoruz, iddiaları doğrulayacak
verilerimiz yok. Fakat yok sayılamayacak olan, Suriye’deki insani
sorunun büyümesine yol açan, iç savaşı sürdürülebilir kılan yabancı
cihatçıların ülkeye girişinde AKP hükümetinin payının büyük
olduğudur. Çok bileşenli oyun denilen, insanların katlini oyuna
indirgeyen bu düzende, Kürtlerin bir koridor oluşturmasını
engellemek, Esad sonrası düzenden pay almak için sonsuzca katliama
yol açabilecek cihatçı ideoloji ve hareketler desteklenmiş, Türkiye
bu ideoloji ve hareketlerin ılımlı hamiliğine soyunmuştur; “insani
yardım” oyunun kuralı budur. Bu kuralın ülke içinde bir
istisnasının olmadığı Cizre’de, Sur’da ortaya konmuştur.
Göçmenlerin AB ile pazarlıktaki rolü, “maddi” bağlamındaki çiğlik
hâlâ hatırımızdadır.
Neden Yemen’de olanlara ses çıkmıyor da Myanmar’ın yaptığı
katliama çıkıyor sorusunun yanıtı işte bu sulardadır. İnsani yardım
ve insani müdahale alanları, Ahmet Şık’ın tanımladığı devletlerin
elindedir ve sonuçları bütün devletler bağlamında açıktır.
Türkiye’de kendini devletle birleştirmiş ve ülkenin geleceğini
kendine esir etmiş rejim bakımından ise şairane bir ifadeyle
karanlık bir açıklıktadır.