22 Ekim’de Frankfurt Kitap Fuarında DW Türkçe’ye verdiği
röportajda
“Bu insanlar o kadar da kolay yetişmiyor. Bir ülke bu kadar mı
kolay harcar yazarını, çizerini, sanatçısını, gazetecisini?” diye
soruyordu. Kitapları 15 dile çevrilen, ulusal ve uluslararası
pekçok edebiyat ödülüne layık görülen Aslı Erdoğan, 2016 yılında
kapatılan Özgür Gündem Gazetesi’nin danışma kurulu üyesi olduğu
için ve gazeteye yazdığı yazılar gerekçe gösterilerek tutuklanmış,
yaşadığı ağır sağlık sorunlarına rağmen 4.5 ay cezaevinde kalmıştı.
Serbest bırakıldıktan ve yurtdışına çıkış yasağı kaldırıldıktan
sonra bir tür zorunlu sürgün yaşayan çok sayıda Türkiyeli gazeteci,
akademisyen, sanatçı gibi o da Almanya’ya yerleşmişti. Kendi
durumunu “hapishane artı sürgün” olarak tanımlıyor; bir yazar
olarak “kendi dilinden, kitaplarından, kütüphanesinden, evinden
uzak olma”nın ne denli ağır geldiğinden söz ediyordu.
Bu söyleşinin üzerinden birkaç gün geçmeden, Aslı Erdoğan yurt
dışında yayınlanan başka bir söyleşiyle gündeme düştüğünde,
yanıtının “evet” olduğunu bile bile sorduğu sorunun bir kez daha
muhatabı haline geldi. Hem sağ hem de sol cenahtan, normal
zamanlarda aynı fikirde uzlaşması zor görünen birçok isim bir kez
daha, Barış Ünlü’nün ifadesiyle “Türklük sözleşmesi”nin dışına
çıkan, “beyaz”, “orta sınıf”, “eğitimli” ve üstelik de “kadın”
yazara haddini bildirmek konusunda coşkuyla bir araya geldiler.
Tabii ortada bir linç fırsatı ya da hedef gösterme imkânı
bulunduğunda herkesin önünde gitmesiyle bilinen Ahmet Hakan da bu
fırsatı kaçırmadı. Sosyal medyada Aslı Erdoğan’ın ne emperyalizmin
uşaklığı kaldı, ne monşerliği ne hainliği ne de Türk düşmanlığı.
Hatta Milli Eğitim Bakan Yardımcısı da bu linç kampanyasına
katılarak Erdoğan’ı “böyle zamanlar için parlatılmış bir zavallı”
olmakla suçladı.
Ne var ki sonradan durumun göründüğünden daha karmaşık olduğu
ortaya çıktı. BBC Türkçe’den Övgü Pınar’ın haberine
göre, Aslı Erdoğan “Türklere okula başlar başlamaz Kürtlerden
nefret edilmesi öğretiliyor” başlığını atan Belçikalı Le Soir
gazetesine böyle bir röportaj vermemişti. Dahası, İtalya’da
yayınlanan La Repubblica gazetesine verdiği ve Le Soir’in
Fransızca’ya çevirerek yayınladığı röportaj sırasında da bu sözleri
hiç kullanmamıştı. La Reppublica gazetesindeki röportaja “Bize
okuldaki Kürt düşmanlara karşı doktrin veriliyor” başlığını atan
muhabir Marco Ansaldo da başlıktaki sözlerin Aslı Erdoğan’a ait
olmadığını, kendisi tarafından mülakattaki ifadelerin bir sentezi
olarak yazıldığını kabul ediyordu. Muhabir, Erdoğan’a Suriye’deki
işgali eleştirenler neden soruşturmaya, mahkemeye, tutuklamaya
maruz kalıyor? diye sormuş; Erdoğan ise “Türk basınını takip
etmeyen Avrupalıların endoktrinasyonun nasıl işlediğini
anlayamayacağını, Kemalist milliyetçiliğin zaman içinde aşırı
milliyetçiliğe kaydığını, Türkiye’nin hep tehdit altında gibi
konumlandırıldığını, savaşta ölenlere ülke için öldüklerinin
söylendiğini” anlatmıştı.
Belli ki, hem röportaja bu başlığı atan İtalyan gazeteci hem de
başlıktaki ifadeyi çarpıtarak aktaran Belçikalı Le Soir gazetesi,
Suriye’ye yapılan operasyonun ardından Avrupa kamuoyunda Türkiye
aleyhine oluşan dalgayı yakalamak için başlığı manipüle etme yoluna
gitmişlerdi. Ne var ki, Aslı Erdoğan gibi entelektüel kapasitesi
son derece yüksek olan bir Türkiyeli yazarın ağzından dökülmeyecek
bu sözlerin söylenmiş olabileceğine itibar etmeye Türkiye’deki
basının ve bundan hemencecik bir linç kampanyası kotaran kamuoyunun
ne denli hazır olduğunu öngörememişlerdi. Kimsenin aklına “Hangi
devlet, resmi eğitim kurumlarında, kendi vatandaşlarına aleni
olarak aynı topraklarda yaşayan bir etnik azınlıktan nefret etmeyi
öğretir ki?” diye sormak gelmiyordu. Ulus devletin ideolojik
inşasında ırkçılık belli bir dereceye kadar rol oynasa da,
ırkçılığın böyle açıkça ve kurumsal pratikler içinde ifade bulması,
hele de okullarda öğretilmesi, tam da ulus devletin dayandığı
homojenlik ya da birlik-beraberlik iddiası ile çeliştiği için
mümkün olamazdı. Nitekim Erdoğan da kısacık röportajda Kemalist
ideolojinin aşırı milliyetçiliğe kaymasının yarattığı sonuçlardan
söz ediyor, bunun okul kitapları aracılığıyla yaratılan bir
endoktrinasyonun ürünü olduğuna değiniyordu.
Aslı Erdoğan’ın sansasyonel gazeteciliğe kurban giden
röportajının yarattığı tartışmaya gelecek olursak, her ne kadar
iddialar yalan, hakaretler gani de olsa normal şartlar altında
yürütülebilse “hakiki” bir yüzleşmeye zemin hazırlayabilirdi.
Erdoğan’ın sözlerine tepki gösterenler arasında Kürtlerin tüm bu
yapılanları hak ettiğini savlayan ve açıkça ırkçı ifadeleri,
göğsünü gere gere savuranları bir yana bırakalım. Bunlar en büyük
zararı savunduklarını sandıkları milliyetçi ideolojinin
birlik-beraberlik ülküsüne verdiklerini, belki bir gün canları
acıyarak deneyimleyecekler. Yapılan yorumlar arasında okul
kitaplarında Kürtlerle ilgili kötü bir söze rastlamadığını
söyleyenler; Kürtlerin Türkiye’de hiçbir zaman ayrımcılık
yaşamadığı savını Kürt cumhurbaşkanı, Kürt bakan, Kürt işadamı
örnekleriyle zenginleştirmeye çalışanlar da belki bir gün
ayrımcılığın her zaman “inkar” politikaları ve söylemi üzerinden
çoğaldığını anlayacaklar. Ancak diğer yandan ve bunlara da yanıt
olarak, Aslı Erdoğan’a atfedilen sözler üzerine yapılan tartışmada
çok sayıda Kürt, gündelik hayatta, okulda, işte yaşadıkları
ayrımcılığı, kendi deneyimleriyle sosyal medyada aktarmaya başladı.
Kürtlerin yaşadığı ayrımcılığa tanıklık eden Türkler de bunlara
dahil oldular. Okul kitaplarında açıkça öğretilmeyen ırkçılık,
askerde, okulda, yurtta, işe almada, ev kiralarken, evlenirken,
gönül ilişkilerinde, sokakta karşılarına çıktığında insanlar neler
hissettiklerini aktarmaya başladılar.
İfade özgürlüğünün yalnızca egemen olanın kendini ifadesi ile
sınırlandığı ve egemene karşı dile getirilen her sözün nankörlük,
hainlik, kıymet bilmezlik olarak yaftalandığı bugünlerde, bu
söylenenler belki bir karşılık bulmayacak. Belki Aslı Erdoğan’ın
haklı sitemindeki gibi, “bir ülke bunca yazarını, aydınını,
sanatçısını, bunca insanını bu kadar mı kolay harcar?” diye sormaya
devam edeceğiz. Ancak, böyle olmak zorunda değil. Sahici bir
yüzleşme, bir arada yaşamanın susarak, inkâr ederek değil,
birbirini anlayarak mümkün olduğu gerçeğini kabul etmemize yardımcı
olabilir.