Meclis İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun üyeleri geçen hafta bazı incelemelerde bulunmak üzere Londra’daydı. Komisyonun AKP’li başkanı Hakan Çavuşoğlu, burada yaptığı konuşmada psikolojide sorunu veya kusuru başkasında görmek diye tarif edilen “yansıtma”nın (projection) güzel bir örneğini verdi. Çavuşoğlu’na göre Avrupa ülkelerinde özellikle nefret söylemi ve nefret suçları vardı ve Avrupa ülkelerinin bir yerde bu işe 'dur' demesi gerekiyordu.
Oysa, Çavuşoğlu’nun buralarda göremeyip Londra’da aradığı, üstüne de Avrupalılara ne yapmaları gerektiğini salık verdiği nefret söylemi, Türkiye’de herhangi bir hukuki korumanın altında olmayan kimliklere karşı hiç olmadığı ölçüde yükselmiş durumda. Ülkede, Türkler dışındaki herhangi bir etnik kimliğe mensup birinin Twitter’dan Ekşi Sözlük’e, Youtube’un yorum kısmından çeşitli forumlara hemen her gün binlerce ırkçı ve saldırgan yoruma maruz kalması günlük hayatının bir parçası. Youtube’da herhangi bir Kürtçe şarkı veya halay videosunun altında bile yüzlerce ırkçı mesajın belirmesine herkes alışmış durumda. Mültecilere yönelik son yıllarda başlayan, Ermeniler, Rumlar ve Yahudilere yönelikse yüzyıldır var olup sınır tanımayan ölçüde ve bitmeyen her türlü tahkir ve tezyif de Türkiye’deki hayatın olağan akışının parçaları.
HAKARET SERBESTİSİ
Tüm bu ırkçı saldırganlığa karşı bunlardan etkilenen insanları hukuken koruyacak bir mekanizma bulunmuyor. Ne Türk Ceza Kanunu’nda bu amaçla düzenlendiği izlenimi veren “Nefret ve ayırımcılık” başlıklı 122. madde, ne de siyasi iktidarı üzen paylaşım ve konuşmalar dışında devreye girmeyen “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” başlıklı 216. madde bu ihtiyacı karşılayabiliyor.
Nefret söylemi Türk ceza hukukunun pek ilgilenmediği, ilgilense de yalnızca Türk kimliğinin korunması kaygısıyla yaklaştığı bir konu olageldi. Bu nedenle de on yıllardır Türkler dışındaki kimliklerin alenen aşağılanması kanun yapıcılar açısından bir endişe kaynağı olmadı. Türk Ceza Kanunu’nun meşhur 301. maddesi 2008’e kadar bunu açıkça ifade ediyor, yalnızca “Türklüğü” aşağılamanın suç olduğunu düzenliyordu. Bu madde dolayısıyla “Türklüğü (…) alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar” hapis cezası ile yargılanıyordu. "Türkleri aşağılayıcı, küçültücü ve/veya sövgü içerikli" sözler sarf etmek veya “Türklüğe kin, nefret ve düşmanlık çağrısı” yapmak suçun yasal unsurlarını oluşturuyordu.[1]
Maddedeki çok tartışılan “Türklük” kavramı da “Türk Milleti kavramından geniş ve Türkiye dışında yaşayan ve aynı kültürün iştirakçileri olan toplumları da kapsar” şeklinde gerekçelendirilmişti. Dolayısıyla amacı, Anayasa’nın 66. maddesinde düzenlendiği şekliyle “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes”in ötesinde vatandaş olsun veya olmasın dünyadaki tüm Türkleri hakaretten korumaktı. 30/04/2008 tarihinde maddedeki “Türklük” ifadesi “Türk milleti” olarak değiştirildi, ancak başka milletlerin alenen aşağılanmasını engelleyecek bir vurgu eklenmedi. Ne teorik olarak ne de uygulamada bu maddenin Anayasa’nın Türk olarak kabul ettiği vatandaş Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve diğer kimlikler için bir geçerliliğinin olmadığını, yalnızca etnik olarak Türkleri kapsadığını herkes biliyor. Bunun aksinin kabulünde dahi, bu maddenin vatandaş olmayan ancak Türkiye’de yaşayan milletleri de kapsamadığı, dolayısıyla bu toplulukların herhangi bir korumadan yararlanamayacağı çok açık.
Kaldı ki, kanun koyucunun bir tarafta Türk milletini öncelikle ve özellikle hakaretten korumaya almaya çalışıp diğer etnik kimlikler açısından “kin ve düşmanlığa tahrik” ölçütünü koymasının kendisi, farklı kimliklere dönük ayrımcı yaklaşımın bir göstergesi. Yine “devletin egemenlik alametlerini ve organlarının saygınlığını” korumayı amaçlayan bir dizi suç belirleyen (TCK 299, 300, 301) yasa koyucunun o devleti oluşturan etnik kimlikleri görmezden gelmesi ayrımcı kanun yapımının bir başka göstergesi. Bu yönüyle kanunda yapılacak herhangi bir düzenlemenin ayrım ve ölçüt koymaksızın her kimliği korumaya almayı vurgulayan bir yapıda olması gerekecektir.
NEFRETLE YAŞAMA ZORUNLULUĞU
Bilindiği gibi bir halkı veya toplumsal grubu aşağılamayı veya dışlamayı amaçlayan nefret söylemi hiçbir zaman ve hiçbir yerde sadece söylem düzeyinde kalmıyor, bir süre sonra söylemin hedef aldığı kesimlere karşı fiziki saldırılara yani nefret suçlarına dönüşüyor. Nefret söylemine tanınan geniş alan ve neredeyse sınırsız tolerans bu söyleme maruz kalan kesimlerde ise ciddi bir güvensizlik ve yılgınlık hissi ile elbette fiziki güvenlik sorunu yaratıyor. Artık bir politika haline gelen bu alandaki cezasızlık, eşit bir yurttaşlığın kurulmasını da engelliyor, kimlikler arasında bir hiyerarşi varmış hissi yaratıyor. Bir kesimin diğerini aşağılama, diğerininse buna sadece maruz kalma serbestisinin olduğu bir vatandaşlık veya vatandaş değilse mültecilik/yabancılık pratiği oluşuyor.
Aynı şekilde her gün internet başta olmak üzere farklı mecralarda nefret söylemine maruz kalan kimliklerin mensupları bir süre sonra bu kimliklerini saklama refleksi geliştiriyor. Bu yönüyle nefret söylemi ülkedeki çok kültürlülüğün görünür olmamasını, hatta bu çok kültürlülüğün tek kültürlülüğe evrilmesini arzulayan devlet projesine de önemli ölçüde katkı sunuyor. Bu katkı dolayısıyla, siyasi iktidarlar da mevcut trendin değişmesi yönünde bir çabanın içine girmiyor.
Nefret söylemine karşı toplumdaki genel kabullenmişlik muhalefet partilerine de sirayet etmiş durumda. Sadece bir gün içinde sosyal medyada yayınlanan sayısız ırkçı paylaşımın tek başına normal bir ülkedeki normal bir muhalefeti dehşete düşürmesi gerekirken bu durumu vaka-i adiye sayıp üzerinde durma gereği görmüyorlar. Oysa yıllardır bu soruna işaret eden kanun tekliflerinin sunulması bile konuyu Meclis’in gündeminde canlı tutacak, bu yönde bir iradenin gelişmesi zorlanabilecekti. Sivil toplum kuruluşları veya barolarda da belli belirsiz bir mırıldanma dışında hareketlilik görmek mümkün olmuyor maalesef.
NEFRET SUSTURULABİLİR Mİ?
Çoğu zaman bir devlet politikası olarak açığa çıkan, genel olarak da geçmişten bugüne oluşan toplumsal kültürün dışavurumu olan nefretin tamamen bitirilmesi mümkün olmayabilir. Ancak bu nefretin susturulması, çok kültürlü her toplumun dert ettiği, bunun için mekanizmalar kurmaya çalıştığı bir konu. Bunun için atılabilecek adımların başında da yukarıda da değinildiği üzere Türk Ceza Kanunu’nda yapılabilecek bir değişiklik geliyor. Türklüğü veya Türk milletini aşağılayan paylaşımların Kürtler veya diğer kimliklerle kıyaslandığında neredeyse hiç olmamasının veya çok az olmasının esas sebebi kanundaki –iyi veya kötü- mevcut koruma. Bu korumanın Türkiye’deki diğer kimlikler yönünden de genişletilmesine ihtiyaç var.
Kanunda değişiklik olmaması halinde yine TCK’daki halkı kin ve düşmanlığa tahrik maddesi yönünden suç duyurularında bulunmak, bu konuda örnek davalama yollarına başvurmak mevcut kanunun uygulayıcılarının bu konudaki yaklaşımlarını ortaya çıkaracağı gibi, lehe bazı değişikliklerin oluşmasını da zorlayabilir. Bu açıdan baroların öncü bir rolünün olacağı açık. “Kişilerin eşit muamele görme hakkının güvence altına alınması” amacıyla kurulan Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’nun bir zahmet bu eşitsizlikle ilgilenmeyi düşünmesi de gelişme sayılacaktır.
Normal bir toplumda Kürtlere, Ermenilere, Araplara yönelik herhangi bir ırkçı paylaşımın bir tür infial yaratması gerekirken Türkiye’de bu konudaki genel kabullenmişlik toplumsal duyarlılığın da artırılmasını engelliyor. Nitekim bu toplumsal duyarlılık oluşmadığı sürece kanunlardan da beklenen verim-etki alınamayacaktır. Bu konuda da bilgilendirici ve farkındalığı artırıcı çalışmalar (kampanyalar, kamu spotları, toplantılar, eğitimler, medya yayınları) yapılabilir. Nefret söyleminin görünür olduğu online platformlarla çalışmalar yapmak veya bu platformların nefret söylemini engelleyici araçlar geliştirip bu araçları etkili şekilde kullanmalarını sağlamak da peşine düşülmesi gereken unsurlardan.
ÖNCE HÜKÜMETİ NEFRETTEN ARINDIRMAK
Nefret duygularının ilk olarak şekillendiği ve kendini göstermeye başladığı yerlerden olan okullarda yapılacak çalışmalar ve müfredat düzenlemeleri yine etkili araçlar olacaktır. Türkleri bin yıl öncesinde ne yiyip içtiklerine kadar anlatan müfredat biraz da Kürtlerden, Ermenilerden, Rumlardan bahsetse kişilerde çocukluktan kalma önyargılar da kırılacak, bir kimliğin diğerinden üstün veya daha değerli olduğu inancı da oluşmayacaktır. Hiçbir şey olmasa da yıllarca sadece kendi tarihini öğrenen kişilerin ülkedeki diğer kimliklere karşı sıklıkla kullandığı “sizin bir tarihiniz bile yok” argümanı ortadan kalkacaktır. Irkçı nefretle mücadelenin hükümetin yıllık programları arasında olduğu İngiltere’de okulları önceleyen çok sayıda program geliştirilmiş durumda. Bu anlamda İngiltere ve benzer ülkelerin deneyimlerinden de yararlanmak mümkün.
İngiltere, İrlanda, Kanada gibi bu tür meseleleri dert edinen ülkelere bakıldığında konunun sivil topluma terk edilmediği, bir hükümet politikası olarak ele alındığı görülüyor. Her hükümet, topluma bu sorunla nasıl mücadele edeceğine dair bir çerçeve sunuyor, projeler hazırlıyor ve bunları uygulamaya çalışıyor. Dolayısıyla Türkiye’de olumlu anlamda bir ilerleme görmemiz de hükümetlerin konuya olan ilgisini çekmekle başlayacak. Ancak bu da öncelikle hükümetlerin farklı kimliklere duyduğu nefretten arındırılmasıyla mümkün olabilecek.
Psikolojide, yansıtmanın bastırmayla birlikte kullanıldığı kabul edilir. Buna göre kişi kendi duygu ve düşüncelerini bastırmakta, sonra başkalarına yansıtmaktadır. Ya da kendi yetersizliklerinin sorumluluğunu başka şeyler veya kişilere yüklemektedir.[2] AKP milletvekilinin konuşmasıyla başladığımız yazının sonunu aynı konuşmanın devam cümleleriyle getirebiliriz. Ancak “psikolojik yansıtma”dan arındırarak ve Türkiye bağlamında kullanarak: “Bu (sorun) bir süre sonra önüne geçilemez bir hal alacak diye düşünüyoruz. Gerek siyasi saiklerle gerek farklı farklı nedenlerle buna bir yerde göz yumulduğunu, medya dilinin tamamen buraya savrulduğunu, medyanın bu konuda çok etkili olduğunu, partilerin bu söylemler üzerine teveccüh gördüğünü ve netice itibarıyla sandalye sayılarını artırdıklarını gördük. Dolayısıyla bir şekilde ön alınması gerektiğini ifade etmeye çalışıyoruz."
[1] Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun, 2006/169 Esas, 2006/184 Karar, 11.07.2006 tarihli (Hrant Dink) kararı.
[2] Banu Yazgan İnanç-Esef Ercüment Yerlikaya, Kişilik Kuramları, Pegem Akademi, s.27.