Nefretin panzehri

Farklı kültür ve dünya görüşleri toplumsal nefreti körüklüyor, evet, ama bu problemin üstesinden gelebilmek için başvurulması gereken yer de yine çokkültürlülük.

Abone ol

Türkiye’de yaşayan herhangi bir kimsenin bilimsel bir çalışmaya veya istatiksel bir veriye ihtiyaç duymadan yaşadığımız topluma ilişkin ulaşabileceği bir tespit var; nefret doluyuz! Bu acı gerçeği, insanların söylemlerinde ve davranışlarında görebildiğimiz gibi basında geniş yer tutan bir takım hassas meselelere yönelik olarak dile getirilen yorumlarda daha net bir şekilde fark ediyoruz.

Empati, adalet, demokrasi, dürüstlük vb. erdemlerdense nefretin, önyargının, intikam alma duygusunun kararlarımızda daha belirleyici bir role sahip olduğuna şahit oluyoruz. Gerçekleşmiş olan bir olayı ya da dile getirilmiş bir sözü analiz etme ihtiyacı hissetmiyor onun yerine eylemin, konuşmanın kimden geldiğine, bu kimsenin ırkının, dünya görüşünün, siyasi düşüncesinin, mezhebinin ne olduğuna bakmayı tercih ediyoruz. “Bizden mi onlardan mı?” yaklaşımı ve “onlara” olan nefretimiz büyük oranda temel referansımız oluyor.

Vaziyetimiz ne zamandır böyle bilinmez ama yakın zaman önce yaşanan; Suudi Arabistan’da oynanan final maçı, bir grup üniversite öğrencisi ile bir öğretim üyesi arasında ayakkabıların rafa dizilmemesi üzerine yaşanan münakaşa ve yirmili yaşlardaki bir gencin kelime-i tevhid bayrağı taşıyan bir adamı yumruklaması vb. olaylardan sonra durumun tahmin ettiğimizden çok daha vahim boyutlarda olduğunu gözlemlemek zorunda kaldık.

Nefretin bu denli yaygınlaşması ise, normal şartlarda toplumsal gelişim için itici bir güç olması beklenen çokkültürlülüğün aksi yönde kullanılmasına yol açıyor. Evet, çok sayıda farklılığın bulunduğu bir coğrafyada yaşıyoruz ama bu durumdan faydalanamadığımız gibi bu zenginliği önce dezavantaja çeviriyor sonrasında ise insani ilişkilerde iliklerimize kadar hissettiğimiz nefret, önyargı ve gerginlik ile cefasını çekmek zorunda kalıyoruz.

Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Süryani, Alevi, Sünni, yerli, göçmen, sağcı, solcu, dindar, seküler, iktidar yanlısı, muhalif ve daha birçok farklı kültür ve dünya görüşüne sahip bireylerden oluşan bir toplumuz. Ne var ki göründüğü kadarıyla bu farklılıkların toplum nezdinde tek bir kullanım alanı var; daha fazla nefrete yol açmak…

Bu durumun altında yatan gerekçeleri keşfetmeye çalışırsak muhtemelen bu hale gelmemizin bir değil birçok sebebi olduğunu açığa çıkaracağızdır. Ama burada sorulması gereken daha önemli bir soru var; bu hep böyle mi devam edecek? Yakın ya da uzak bir gelecekte nefretin yerini sevgi ve farklılıklara saygı alabilecek mi?

Tam olarak bu noktada itiraf etmemiz gereken acı bir gerçek var ki yetişkin jenerasyonlar için tren büyük ihtimalle kaçtı. Ama çocuklarımız, gençlerimiz nefret dolu olmak, nefretin diğer tüm duygulardan daha baskın olduğu bir toplumda yaşamak zorunda değil. Onlar için yapabileceklerimiz var hala.

Akrep zehrinin aynı zamanda panzehir olarak kullanılabildiği bilimsel bir gerçek. Sanırım aynı durum farklılıklar için de geçerli. Farklı kültür ve dünya görüşleri toplumsal nefreti körüklüyor, evet, ama bu problemin üstesinden gelebilmek için başvurulması gereken yer de yine çokkültürlülük.

İnsanlar farklılıkları bir zenginlik aracı olarak görebilme yetisiyle dünyaya gelmiyorlar. Bu değeri sonradan öğrenmeleri, birilerinin onlara öğretmesi gerekiyor. Bu birilerinin ise gırtlağına kadar nefrete bulanmış bir toplum olamayacağını kolaylıkla tahmin edebiliriz.

O halde geriye tek bir seçenek kalıyor; eğitim sistemi. Eğitim sistemimizin karar alıcılarının önünde ise bu kutsal hedefe ulaşma yolunda üç basamaklı bir işlem duruyor; problemi kabul etme, gerçekçi olma ve cesaret…

Öncelikle böyle bir sorunun varlığının kabul edilmesi gerekiyor ki sokağa çıkmaya bile gerek duymadan herhangi bir sosyal medya platformunda yapılacak yarım saatlik bir gezi, problemin en berrak haliyle görülebilmesini sağlayacaktır.

Bir sonraki basamak ise probleme gerçekçi bir şekilde yaklaşabilmek, çokkültürlü eğitimi hak ettiği düzeyde müfredatlara yansıtabilmek. Samsunlu öğrencinin Manisa’nın yemek kültürüne dair bilgi sahibi olması vari kıytırık bir çokkültürlü eğitim yaklaşımı bizi ulaşılması beklenen asıl hedefe götürebilecek bir güce sahip değildir. Farklılıkları daha fazla işe koşmaya, daha gerçekçi bir çokkültürlü eğitime ihtiyacımız var ki cesaretin işin içerisine girmesi gereken yer de burası. Ne var ki toplumdaki nefret aynı zamanda linç kültürünü de doğuruyor. Farklı kültürleri çocuğunun ders kitabında gördüğü anda dişlerini gıcırdatacak çok sayıda insanın olduğunu kolaylıkla tahmin edebileceğimize göre maruz kalacağı linçi göze alabilecek birilerine ihtiyacımız olacak.

Nefreti bir yaşam tarzı haline getirmemiş bir toplumda kendiliğinden ortaya çıkabilecek çokkültürlü müfredatlar bizde ise ancak karar alıcıların ellerini taşın altına koymaya gönüllü olmasıyla gerçekleşebilecek bir durum.

Linçi göze almaktan, elini taşın altına koymaktan kastedilenin ne olduğuna gelince; toplumu oluşturan farklılıkların tamamının kendilerini bulabileceği, her öğrencinin farklı kültürleri bizatihi kendi devletinin eğitim sisteminin ona sunmuş olduğu müfredatlarla öğrenebilmesi.

Çocuklarımızın farklılıkları öğrenmesi gerekiyor ama başka herhangi bir kaynaktan değil, ders kitaplarından, müfredatlardan. Nitekim yaşadığımız toplumu göz önüne aldığımızda diğer kaynakların tamamının farklı kültürleri olumsuz bir formda çocuğa aşılayacağını artık hepimiz öğrendik.  

İyi de eğitim sistemimizden tam olarak beklenen nedir? Farklılıklara saygı duymayı, onları bir zenginlik olarak görmeyi, sevgiyi ve empatiyi çocuklarımıza aşılayabilmek için nasıl bir yol takip edilmesi gerekiyor?

Aslında sorunun cevabı çok basit. Yapılması gereken tek şey farklılıkları kabul etmek, onlara öğrenme süreçlerinde daha fazla yer vermek.

Örneğin…

Müzik dersinin müfredatında müziğe olan ilgileri ve bu alandaki yetenekleriyle öne çıkan Alevilere sıklıkla atıfta bulunmak,

Coğrafya dersinde Harran ovasından bahsedilirken bu bölgede yaşayan halkın büyük çoğunluğunun Arap olduğunu atlamamak,

Mimari kavramının geçtiği her yerde Ermenilerin bu konuda nasıl ileri bir seviyede olduklarını vurgulamak,

Ağrı dağının, Süphan dağının işlendiği konularda bu dağların Kürtçe isimlerini de öğretmek,

Süryani çöreğinden, Roman düğünlerinden bahsetmek…

Tabii ki sadece bu kadarı yeterli değil. Farklılıkları daha fazla ve daha fazla zikretmek, farklı kültürleri, ırkları, inançları daha fazla tanıtmak. Öğrenciyi, gündelik hayatta Süryani kavramı ile karşılaştığında “ben onları biliyorum, ders kitabımda okumuştum, çoğunlukla Mardin bölgesinde yaşarlar, çok da güzel çörekleri varmış” seviyesine getirmek. Alevilere karşı önyargılı bir yaklaşıma maruz kalmadan önce kendine ait, daha gerçek bir yargıya sahip olmasını sağlamak. Olumsuz girdilere karşı bir kalkan geliştirmek, toplumun kaçınılmaz bir şekilde dayatacağı nefrete karşı beyinlere antivirüs programı yüklemek…

Daha yaşanılası bir toplum için bunlara ihtiyacımız var. Bir de acımasız eleştirilerin hedefi olmayı, linçe uğramayı belki de daha ağır ithamlarla yüzleşmeyi göze alacak birilerine…

*Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü