Nekro siyaset ve görsel rejimi

Boyunlarında cennetin anahtarlarını ve huri çağırma düdükleri taşıyan cihatçılarla vatan topraklarını koruduklarını iddia edenlerin ölü kadın/bedenlere işkence edip çıplak bedenleri dolaşıma sokmaları elbette bir yandan nekro politik görsel rejimin erilliği ile doğrudan ilgilidir ancak öte yandan kadın bedeni ve savaş ile ilgili literatürden de azade düşünülemez.

Abone ol

Tuncay Şur

“Damiens, 2 Mart 1757’de Paris kilisesinin önünde işlediği suçu toplanan kalabalığın önünde itiraf etmeye zorlanır. Asılacağı darağacına elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki bir meşaleyi taşıyarak, üzerinde gömlekten başka bir şey olmadığı halde iki tekerlekli yük arabasıyla Gréve meydanına götürülecek ve burada kurulmuş olan darağacına çıkartılarak memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın bir kerpetenle çekilecekti. Kralı öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen bal mumu ile reçine dökülecek, sonra da bedeni dört ata çektirilerek parçalanacak ve vücudu ateşle yakılarak kül haline geldikten sonra bu küller rüzgâra savrulacaktı.”

Aynı yüzyıl içinde Avrupa’nın birçok yerinde “modern” cezalandırma sistemlerine geçildi ve bedene işkence etmektense onu “ıslah” etmek “modern” ceza sisteminin iktisadı gereği icra edilmeye başlandı. Damiens’in bedeni yukarıda tasvir işkencelere maruz kalırken henüz fotoğraf makinesi yoktu. Bu ceza seremonisini izleyenler orada olmayanlara nakletti. Ancak bu olaydan yüz yıl sonra fotoğraf çoktan icat edilmiş ve “medeni” dünyanın açık ve sansürlenecek olan hafızasını oluşturmaya aday olmuştu. Fotoğraf ve daha sonra video aynı anda “medeni” dünyanın hafızası olacak ve ona meydan okuyacaktı, “modern” dünya tarihinin bir parçası olacak ve kendisi bir tarih olacaktı. Yekdiğeri ile paradoks içinde olan bu hal kısa süre içinde görsel imgenin kendisinin “tehlikeli” ya da “kullanışlı” olabildiği paradoks ve potansiyelinin keşfedilmesine ve görsel imgenin denetim altına alınması/yönetilmesi sonucunu beraberinde getirdi. Peki, fotoğrafı “tehlikeli” kılan şey neydi? Şüphesiz bu soruya ilk elden verilecek cevap fotoğrafın bir hakikat temsili olduğudur ve fakat bu cevap doğru olmakla birlikte her zaman mı sorusuna olumlu yanıt vermez. Daha makul bir yanıt ararsak aynı soruya, fotoğrafın bir hakikat iddiası taşıdığı söylenebilir ve eğer tek bir hakikatin varlığına inanmıyorsak fotoğraf artık “tehlikelidir” ve kontrol edilmelidir.

KADRAJIN İÇİ VE DIŞI: FARKLI TEMSİLLER, FARKLI HAKİKATLER

Hangi görsel imgenin kadrajın içine gireceği ve hangisinin dışında kalacağı fotoğrafın hakikat temsilini belirler ki bu başlı başına ideolojiktir. Bu yüzdendir ki savaş mefhumunun yaratıcısı olan insan ilk fotoğraflanan savaşlarda yoktur. “Barbar” dünya tarihinin tamamı boyunca öldürülemeyen insan sayısından daha fazla insan belki de “medeni” dünyanın 20'nci yüzyılın otuz senesinde öldürüldü, tüm bu ölümler (en azından bir kısmı) fotoğraflandı. 2'nci yüzyılda kadraja giren savaş, incinebilirliğin ve kırılganlığın en uç noktalarını temsil ediyordu ancak fotoğrafın kendisi, yani üretimi ve dağıtımı artık kontrol altındaydı zira daha yüzyılın başında görsel imgenin, gelişen teknolojinin de yardımı ile ne denli bir etkiye sahip olduğu fark edilmişti. İki modern soykırımın (Ermeni ve Yahudi) fotoğraflarını yıllar sonra görecek olan modern dünya mensubu olduğu “medeni” dünyanın sansürlenen hafızasına tanık oldu. Vietnam işgalinden sızan fotoğraflar dehşet uyandıran cinste idi (outrages). Sızan fotoğraflar egemen hakikat rejimini sorgularken öte yandan görsel imgenin “başıboş bırakılmaması” gerekliliğini egemenlere bir kez daha hatırlattı. Sızan karşı görsel imge bir karşı hakikati temsil ediyordu ve görsel imgenin çerçevesi savaşı yani ölümü temsil ediyordu. Dönemin politik iklimin de etkisi ile bahse konu fotoğraflar etki yarattı. Bu etkinin farkına varan ve dehşet fotoğraflarının savaş çerçevesinin dışında olanlarda yarattığı korkuyu da fark eden iktidar birkaç yıl sonra bu sefer kendi marifeti ile kurgulanmış ve fakat gerçek olan o ünlü fotoğrafı dünyaya sundu. Fotoğraf, gerilla komutanı Guevera’nın ölümünü müjdeledi ve geride kalanları korkutmak için tahrip edilmiş bedeni/ yarı çıplak (mutilated) olarak geride kalanlara “ibret” olsun diye tüm dünyaya muzaffer bir edayla servis edildi. Bu fotoğraf beklenen etkiyi yaratmamış olacak ki geride kalanlar ona “mitik, mesiyanik, mucizevi” bir mana yüklediler, tıpkı köylü isyancıların lideri Zapata’ya yüklenen anlam gibi ve tıpkı Şeyh Said ve Seyid Rıza’ya yüklenen anlamlar gibi. Savaş hesaplanılabilir olmalıydı ve dolayısıyla etkileri de aynı şekilde, bu yüzden savaş ile fotoğraf ilişkisinin düzenlenmesi gerekti ve ortaya çıkan sonuç “iliştirilmiş gazetecilik ya da raporlama” (embedded journalism) oldu. Falkland işgali ile başlayan bu uygulama ile hangi görsel imgenin kadraja girip hangisinin dışarıda kalacağı kontrol edilecekti, birinci ve ikinci Irak işgalinde bu yöntem etkili bir biçimde kullanıldı fakat etkisi uzun sürmedi. 20'nci yüzyıl fotoğraf çerçevesinin yer yer sızmalar olsa da önemli ölçüde egemen iktidarlar tarafından kontrol edildiği bir yüzyıldı, düşünülenin aksine bu yüzyılda outrages görsel imgeler önemli ölçüde sansürlendi. Şüphesiz bu savaşların biçimi ve telekominikasyon teknolojisinden bağımsız değildi. Ölü ya da diri bendenler insanlık tarihi boyunca egemen iktidarların denetimi altında idi ve yine tarih boyunca Damiens örneğinde olduğu gibi geride kalanları cezalandırmak/korkutmak için egemen iktidarın tasarrufunda çeşitli formlara sokuldu. 21'inci yüzyıl ise savaş alanlarında çiğnenen ölü bedenleri bir savaş teknolojisi olarak her gün medyaya servis edildiği, terbiye, korku ve meydan okuma ile aynı anda işleyen yeni bir görsel rejimin yüzyılı oldu/oluyor.

MODERN DÖNEM SÖMÜRGECİ İŞGAL; NEKRO SİYASET VE GÖRSEL REJİMİ

21'inci yüzyılda savaşların içerik, amaç, mekan, kapsam ve taraflar açısından bir önceki yüzyıla göre olağanüstü değiştiği bir dönem artık. Aktörlerin ve güç ilişkilerinin desantralize olduğu bu dönemde egemen iktidarın bir parçası ya da olmayan küçük iktidar gruplarının her gibi savaşın bir aktörü oldu. Yüzyılın başında bir simülasyon olarak izlediğimiz savaşlar artık kendi mekan ve zamanlarının dışına taştı ve hemen herkesi savaşın bir parçası haline getirdi. Savaş formlarının değişimi beraberinde kontrolünü ve kapsamını ve en önemlisi savaşın görsel rejiminin üretimini ve dolaşımını da etkiledi. Bir grup silahlı insan savaşın bir parçası ve aktörü olabildiği gibi elinde cep telefonu olan herkes de bu savaşlarının görsel rejimini amaçları doğrultusunda üretim dolaşıma sokmaya muktedir görünmektedir.

Bu yeni dönem, Achille Mbembe’ye göre modern dönem sömürgeci işgal “disiplini, biyo-siyaset ve nekro-siyaset birleştirmesiyle erken modern dönem işgallerinden farklıdır”. Mbembe’nin İsrail’in Filistin işgali örneği üzerinden kavramsallaştırdığı geç modern sömürgeci işgal farklı egemenlik biçimlerinin bileşiminden teşekkül bir muhtevadadır. “Disiplinci güçler, biyo-siyasal güçler ve nekro-siyasal güçler”in bileşiminden oluşan bu yeni sömürgeci işgal, yeni bir tür egemenlik halini almıştır. Bu yeni halde “kuşatmanın kendisi bizzat askeri bir kurum” olarak vazife görmektedir. Bu dönemde;

“Bütün herkes egemenliğin hedefi durumundadır. Kuşatılan şehirler ve köyler dış dünyaya kapatılmakta, bunların dış dünya ile irtibatları kesilmektedir. Gündelik yaşam askerileştirilmektedir. Yerel askeri komutanlara, kimin ne zaman vurulacağı konusunda takdir yetkilerini kullanma özgürlüğü verilmiştir. Bölgesel birimler arasındaki hareketler resmi izinlere tabidir. Yerel sivil kurumlar sistematik olarak tahrip edilmektedir. Kuşatma altındaki insanlar gelir araçlarından yoksun bırakılmaktadır. Açık infazlara bir de faili meçhul cinayetler eklenmektedir.”

Mbembe’nin betimlediği bu işgal biçimi Kürdistan’daki sokağa çıkma yasakları bağlamına oturtulmaya çalışıldığında şüphesiz herhangi bir zorlukla karşılaşmak mümkün değildir. Bu yeni egemenlik biçiminde iktidar canlı bedenler üzerindeki kontrol mekanizmasını daha az önemsemekte ve esas egemenliği ölüm üzerinden tesis etmektedir. Nekro-politik iktidarda, bedenin disiplin altına alınmasının yerini bedenin ortadan kaldırılması alır, nitekim bu iktidar biçiminde esas olan yaşatmak değil öldürmektir. Kürdistan’daki ablukalarla belirginlik kazanan devletin yeni egemenlik biçiminde, istisna ve kuşatma hali süreklileşmiştir ve nüfusu kontrol-disiplin altında tutma temelindeki biyo-politikası ise artık birincil öneme sahip değildir. Bu yeni hal içinde temelde olan şey, Mbembe’nin ifadesi ile “yaşamın ölümün iktidarına tabi kılınmasıdır”. Süreklileşen kuşatma ve beraberindeki ölüm artık egemenliğin bizatihi kendisi haline gelmiştir. Mekân uzamı üzerindeki egemenlik, mekânın yok edilerek ele geçirilmesine, insan üzerindeki biyo-politik denetim insanın yok edilmesi ile ele geçirilmesi halini almıştır. Bu yeni egemenlik tertibatı, sömürgeciliğin, biyo-politikanın ve nekro-politikanın aynı anda durmaksızın işlediği bir düzeneğe dönüşmüştür. Ancak yine de iktidar ölüm üzerinden kurduğu egemenlikle yetinmez ve tarihsel geleneğe uygun bir biçimde ölüye işkence etmeyi sürdürür.

Nekro politik dönemin kendine ait bir görsel rejiminin olması gerekiyordu ve bu da artık kontrol edilmesi imkansız hale gelen görsel imgelerin üretimi ve dolaşıma sokulması ile sağlandı. Nekro politik işleyişin bir tamamlayıcı olarak dehşet uyandıran görsel imajlar yeni savaş rejiminin bir parçası haline geldi. Ortadoğu ve Kürdistan mekanı nekro siyasetin ve onun görsel rejimin tatbik edildiği bir/en önde gelen alan halihazırda. Muş’un Varto ilçesinde çatışmada öldürülen Kevser Ertürk/Ekin Van ve Şırnak’da öldürülen Hacı Lokman Birlik mekânsal ve bedensel olarak nekro siyaset ve onun görsel rejiminin bir kurbanları.

Ekin Van - Hacı Lokman Birlik

İki örnekte iktidarın artık öldürmekle yetinmediği görülmektedir, devletin ölü bedenler üzerinden diri kalanlara verdiği mesaj ise, geriye kalanlardan herhangi birinin başına benzer şeylerin gelebileceğine dönüktür. Başka bir ifade ile devletin “kudretinin” ya da “acımasızlığının” sınırlarının olmadığına dair bir gönderme içermektedir. Süreklileşen abluka ve işgal halinde devlet, dirilerin yaşadıkları dünyayı zapt etmekle yetinmeyip ölülerin dünyası üzerinde de egemenlik kurmaktadır. Diğer bir ifade ile süreklileşen bu işgal ve abluka hali içinde dirilerle ölüler arasındaki mesafe olabildiğince müphemleşmiş, yaşamla ölüm iç içe geçerek (ölüme hep daha yakın) bir egemenlik haline dönüşmüştür. Diriler insanlıktan çıkarılmış (dehumanization), ölüler ise ceset olmaktan çıkarılmış “leş” olarak tanımlanmıştır ve görsel imajlar vasıtası ile “dosta ve düşmana” arz edilmiştir.

Bir diğer örnek,ve aslında bu yazıyı yazmama sebep olan örnek, Barin Kobani’dir. Türk devletinin hamiliğinde cihatçı gruplarla yürütülen Afrin operasyonu sırasında öldürülen bir YPJ’li kadın savaşçı Barin Kobani. Ölü çıplak bedenine yapılanlarla Ekin Van’a yapılanlar aynı idi.

Barin Kobani

Boyunlarında cennetin anahtarlarını ve huri çağırma düdükleri taşıyan cihatçılarla vatan topraklarını koruduklarını iddia edenlerin ölü kadın/bedenlere işkence edip çıplak bedenleri dolaşıma sokmaları elbette bir yandan nekro politik görsel rejimin erilliği ile doğrudan ilgilidir ancak öte yandan kadın bedeni ve savaş ile ilgili literatürden de azade düşünülemez. İnsanlık tarihi boyunca insan bedeni kontrol altına alınmaya çalışıldı iktidarlar tarafından, sadece diri değil ölü bedenler de ve kontrol altına alınmakla yetinilmedi, işkence edildi, köpeklere parçalatıldı, çarmıha gerildi, yağlı kayışlarla parçalandı. Tüm bunlar bazen seyirlik bir gösteriye dönüştü ibret olsun diye kalanlara, bazen de gizli tutuldu. İçinde bulunduğumuz zamanın görsel rejimi gizli tutmaya elverişli değil artık, savaş grupları ve iktidarlar da bunun farkında olacaklar ki bunu bir kendi hakikat rejimleri için kullanıyorlar. İlk bakışta savaşın ve bedenin kırılganlığını gösteren görsel imgeler rahatsız edici olmakla birlikte karşı hakikati ve meydan okumayı da barındıran bir özelliğe sahip görünebilir ki böyle bir yanı olmuştur da ancak halihazırda dolaşıma sokulan bu görsel imajlar kanıksamayı daha baskın bir biçimde barındırıyor. Bu yazıda olduğu gibi değersizleştirilmeye/”leş” kategorisine konulmaya çalışılan bu bedenlerin her birinin biricik ve yaşayan bedenler olduğunu savunmalıyız ve onları yaşayan fotoğrafları ile anmalıyız. Bu nekro politik görsel rejimde bizim karşı hakikatimiz bu olmalı belki de.

ÖSO YPJ'li kadına işkenceyi soruşturacak